
Canım Sıkılıyor! Gelin Hele Dertleşelim -1-
Efendim merhabalar.
benosmancoskun.com'da "Pazar Söylenmeleri" kategorisinde yaptığım şeyi, burada "Gelin Hele Dertleşelim" başlığı altında yapmaya karar verdim. Canım yazmak istediğinde ve aklımda da ne yazacağıma dair bir şey olmadığında bu başlık altında bir şeyler saçmalayacağım. Hadi gelin biraz dertleşelim. :)
Neye dair yazacağıma dair en ufak bir fikre sahip değilim. Yazmak zorunda hissettiğim için, yani size önceki yazılarda burayı her gün güncel tutacağıma bu tarz yazılara devam edeceğim yönünde söz verdiğim için oturdum yine bilgisayarın başına, başladım bunları saçmalamaya.
Geçmişten gelen ve hala geçmemiş olan şeylerin işte artık o şeyler neyse geçmeyecek olacağına kanaat getirmiş bulunmaktayım. Bu kanaati nereden getirdiğime dair en ufak bir fikrim yok. Herkes hayatından memnun gibi görünüyor olsa da aslında insanların derinlerinde derin kanayan yaraları mevcut. Bunun bir adı vardır mutlaka lakin benim bu konuyla ilgili yeterli yeterliliğim yok. Yani artık o şey ne ise, kişi kendisi de bilmiyor aslında. Gülüşlerin ardında hep bir yıkılmışlık gizliyor. Ben bu anlamda sarhoşları dinlemeyi seviyorum. Alkolün de bu etkisini seviyorum. Alkol kana karışınca insanların gerçekleri dökülüyor eteklerinden. Bir nevi turnusol kağıdı görevi görüyor alkol. Gülerken birden ağlayan insanlar, birden öfke patlaması yaşayanlar falanlar filanlar ve vesaireler. Geçmiş bir şekilde geçmiyor. Geçmemesi de ruhumuzda onulmaz girdaplar yaratıyor. Ve bu girdaplar bizi her geçen gün içine çekip duruyor. Bunu kabul edelim yahut etmeyelim ama bu böyle.
Ülke üstü açık cezaevi bir diğer ifadeyle üstü açık tımarhane. Kimsenin akıl sağlığı yerinde değil. İnsanlar kendinde değiller. İnsanların gözlerinin içine bakın, bir bulut olduğunu göreceksiniz. Herkesin gözlerinin bebeğinde bir yağmur bulutu nöbette. Bir dokunup bin ah işiteceğiniz bir kamyon dolusu şey var insanların içerlerinde bir yerlerde. Ve dediğim gibi dikkatli bakın o içlerindeki birikmişlik zaten gözlerinin buğusunda saklıdır. Dokunsanız ağlayacaklardır, bazen dokunmazsınız yine ağlarlar. Gitmek isterler buralardan insanlar. Gitmek ve yitmek isterler. Gidecek yerlerinin olmamasından dem vururlar mütemadiyen. Lakin gidilecek yerler vardır. Başka şehirlerde başka hayatlar yaşanmaktadır, oralara gidilebilir pekala. O başka şehirlerde yaşanan başka hayatlara gidip karışılabilinir. Bazen de ciddi manada gitmek gereklidir. Çokça gitmek lazımdır. Hayatın akışı karşısında aslında müdahale etmemek lazım gelir. Yani nasıl tarif edeceğim hususunda düşünüyorum da şöyle diyebilirim misal, hani bir akarsu gibi olmalıdır belki de. Akarsu nereye aktığını bilmeden akar ve gider ya hani. İşte öyle bir şeyler. Akışına bırakmaktan bahsediyorum. Bütün nehirler mutlaka bir denize kavuşur. Bütün denizler bir noktadan sonra okyanus olur. Mevcut kalıplarımızın içerisinde hapsolmanın bizi hangi denizlere kavuşturacağını bilemiyoruz. Akışında olmak güzeldir. Gitmek gerekiyorsa gidilmelidir. Kalıp mücadele etmek bir sonuç vermiyorsa gidip sonuç alamamak bile bir sonuçtur bakıldığı zaman. Çünkü bir statiklik mevcuttur orada. Olduğun yerden başka bir yere gitmişsindir. Yeni bir hayata merhaba demenin güzelliği kucaklayacaktır o gittiğin yerlerde kim bilir. Çoğu zaman da gitmekle gitmiş olmuyor insan. Zira kafayı da yanınızda götürdüğünüz sürece fiziksel olarak bir şehirden başka bir şehre bir ülkeden başka bir ülkeye gitmek pek bir şey ifade etmez, etmeyecektir de en nihayetinde. Peki ne yapmak gereklidir bu konuyla ilgili olarak. Efendim beylik laflar etmeye gerek yok. Öncelikli olarak ve mutlaka kafayı değiştirmek zaruridir. Bu böyledir. Biliyorum beylik laflara karnınız tok, ama iki kere ikinin beş etmesi gerçekliği kadar ve o kadar muazzam bir şey bu kanaatimce.
Dünya denilen bu zanlar ve çelişkiler girdabının orta yerinde kendinize bir alan yaratın. Kendi cennetinizi kurun. Kafanıza göre takılın. Kendi kurallarınızı koyun kendinize. Şarap mı içmek istiyorsunuz için, sevişmek mi istiyorsunuz sevişin, küfür mü etmek istiyorsunuz küfür edin. Ahlaksızlık mı yapmak istiyorsunuz, kendi hayat çizginiz içerisinde ahlaksızca şeyler yapın, başkalarına değil. Sözüm yanlış anlaşılmasın. Yani başkalarının hayat çizgisini ihlal etmeden yaşayın. Dışarıda gürül gürül akan bir dünya var ve siz bu gürültüden bunaldıysanız kendinize sakin bir köşe yaratın.
Aslına bakarsanız ben bunları yine kendime söylüyorum sanırım. Kendimden başka bir alem içerisinde kendime çok benzeyen bir şeyler barındırıyorum. Girdaplar, karıncalı düşünceler, aklımı kemiren kemirgenler, kafamın içindeki onulmaz sorular ve soru işaretleri. Soru işaretleri çengelli efkarlar yüklenmişler beynimi çeke çeke lime lime etmekle meşguller. Herkes suskun bu hususta. Aslında herkes ziyadesiyle gürültülü, insanlar çok fazla gürültü çıkarıyorlar. İnsanlar çok konuşuyorlar. Bildiğiniz gibi çok konuşuyorlar, çok konuşuyorlar ama hiçbir şey anlatmıyorlar. Hâl böyle olunca bu konuşmak bir anlam ihtiva etmiyor. Zaten bana sorarsanız “anlam” diye de bir şey yok. Her şey sıradan, her şey saçma sapan. Burası dünya ve hiçbir anlamı yok burada oluşumuzun. Bir konu hakkında bir fikir beyan etmeye çalışan, bunun için çabalayan insanlar var. Her konuda konuşmaya çalışan, açıklamalar yapmaya çalışan insanlar bunlar. Arkadaşlar bakınız, dünya üzerinde gelmiş geçmiş hiç kimse gerçeğin ne olduğunu bilmiyordu, bugün de bilmiyorlar. İnsanlar kandırılmaya yer arıyorlar. Masallarla uyutulmaya ve avutulmaya meraklılar sadece hepsi bu. Ne tarihten haberdarlar ne de felsefe falan okuyorlar. Kulaktan dolma bir çaresizlik içerisinde herkesler. Şimdiye kadar söylenmiş her şey yalan. Şimdiye kadar söylenenlerin üstüne söylenmeye çalışılanlar da yavan kalıyor. Çünkü yalanın üstüne inşa edilen her şey boşlukta sallanıyor. Bir idam mahkumunun çaresizliği içerisindeyiz her birimiz. Nereden geldiğimizi bilmiyoruz, neden buradayız bilmiyoruz ve evet nereye gideceğimizi de bilmiyoruz. Birilerinin uydurduğu bir şeylerin peşinde sürüklenip gidiyoruz. “Ben bu hayatı seçmedim, hayır bu hayatı yaşamak zorunda değilim. Senin inandığına inanmak zorunda değilim,” özgürlüğünden korkuyoruz. Birileri bizi bir şeylerle yaftalamak için hazır bekliyor çünkü. Yalandan hayatlar yaşıyoruz. Yalan şeylere inanıyoruz ve bir yalanın etrafında adeta tabiri caizse tavaf ediyoruz. Dönüp duruyoruz, dönüp duruyoruz ve her seferinde hep aynı yere geri geliyoruz. Bunun adına da modern yaşam diyoruz. Var olan ve var olanı sürdürülmesi için kurulan bir düzene müptelayız. Ve bu var olan içerisinde kendimize bir konfor alanı yaratmışız, o alandan dışarıya çıkamıyoruz. Maalesef ki bu konuyla ilgili bir adım attığımızda da “yakın çevre” denilenlerce aşağıya çekiliyoruz. Tekme tokat kendimizi yine olduğumuz yerde buluyoruz. Hatta bu sefer olduğumuz yerin de altına itiliyoruz. Bir adım atışımız biz aşağı çekildiğimizde bu sefer korku girdabıyla besleniyor malumunuz. İkinci bir denemeyi bu sefer cesaretsizliğimizden kendimize kabul ettiremiyoruz. Bu sefer de konfor alanımız genişliyor, genişliyor ve bize yer kalmıyor. Ciddi manada nefesimin kesildiğini hissediyorum bazen. Yeni bir şeyler söylemek insanların en çok korktuğu şeydir. Bununla ilgili Dostoyevski şöyle diyor; “yeni bir adım atmak, yeni bir söz söylemek, insanların en korktuğu şeydir.”
Velev ki buraya kadar söylediklerimi Fuzuli’nin şu kelamına yaslayarak kendimi haklı çıkarmaya çalışarak yazıyı sonlandırmak istiyorum;
“Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.”
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, kendinize çok iyi bakın. Kendinizi sevin! Baş baş...
Osman Coşkun - Muharrir Seyyah
Yorumlar
Yorum Yaz