Depremler oluyor beynimde, içimde intihar korkusu var...

Depremler oluyor beynimde, içimde intihar korkusu var...

“Yanımdasın susuyorsun
Susuyor konuşmuyorsun
Bakıyor görmüyorsun
Dokunsan donacağım
İçimde intihar korkusu var
Bir gülsen ağlayacağım
Bir gülsen kendimi bulacağım

Depremler oluyor beynimde
Dışarda siren sesi var
Her yanımda susmuş insanlar
İçimde ölen biri var
Vay vay vay vay vay”

 

Şuanda okumaya başladığınız yazı tam manasıyla hayal ürünüdür. Yaşanmıştır ama akabinde keşke yaşanmasaydı denmiş bir hikayedir. İyi okumalar.

Konuya nereden gireceğimi açıkçası bilmiyorum. Çok detaylıca her şeyi anlatmak istiyorum. Diğer yandan da acaba çok mu fazla oluyorum demekten kendimi alamıyorum. Bu aslında başlı başına bir hikaye. Yani hikayeler kategorisinde yer alması gereken bir içerik. Ama ben bu hikayenin romanını yazmak istediğim için şimdilik size çok fazla detaya girmeden, sizi çok fazla sıkmadan bir nebze deneme bir nebze de hikaye formatında aktarmaya çalışacağım. Umarım ki başarılı olurum. Bu hikayeyi çok uzun zamandır anlatmayı düşünüyordum, ama bir türlü fırsatım olmadı ya da ne bileyim belki de cesaretim olmadı. Gerçekten bu hikayenin anlatılmasını neden bu kadar uzattım ben de bilmiyorum.

Benim “Zehra” romanımı biliyorsunuz. Önümüzdeki günlerde o romanı bölümler halinde burada tefrika edeceğim. O romanı ben bir ay gibi bir süre zarfında kaleme aldım. 6 Eylül 2016’da başladım yazmaya 7 Ekim 2016’da son noktasını koydum. O romanda anlatılanların %80’i benim hikayemdir. Geri kalan %20’lik bölümse yaşanmıştır ama tarafımca yumuşatılarak anlatılmıştır. Zehra romanının tekrar bir elden geçirilmesi gerektiğini ve elden geçirildikten sonra da devamı niteliğinde ayrı bir kitap olarak değil, ikinci kitap gibi aynı kitabın içerisinde yer vermeyi tasarlıyorum. Bu kafamın hep bir köşesinde bunu günün birinde mutlaka yapacağım. Bu da burada böylece dursun.

Gelelim şimdi bu yazının asıl mevzusuna, geçenlerde bir yazımda size Van maceramı anlatacağım demiştim ya; işte şimdi onu size anlatmaya çalışacağım. Lakin fotoğraflar konusunda şöyle bir sıkıntı var, ben oradayken çektiğim bütün fotoğrafları eski telefonumda unuttum. Onunla beraber de tarih oldu hepsi. Onun için de gezdiğim ettiğim yerlerin fotoğraflarını size gösterme olanağım olmayacak, bunun için de ayrıca özür dilerim. Belki günün birinde tekrar Van’a gitme fırsatı bulurum. Bu sefer daha detaylı aynı zamanda videoyla da destekleyerek bir şeyler çıkartırım ortaya. Bunu süreç gösterecek. Bekleyelim görelim. Ben genel itibariyle çok planlı programlı bir adam değilim. Onun için şu zaman şunu yapacağım dediğimde genel olarak kafama koyduysam yaparım, ama şimdilik öyle bir düşüncem yok. Neyse lafı çok fazla uzattım gelelim asıl konuya. Başlıyoruz. Çayınızı kahvenizi, rakınızı biranızı ne içiyorsanız hazırlanın ve arkanıza yaslanın. Çünkü bu Van macerası hikayesi bir gezi hikayesi değil, başka bir hikaye…

Zehra romanında anlattığım hikayeyi bilenler biliyor, bilmeyenler için kısaca özet geçeyim. Şimdi arkadaşlar benim hayatımda bir hatun kişisi vardı. Sene 2013 Ekim’in 12’si. Zehra romanında ben bu ilişkiyle ilgili olan her şeyi anlattım. Artısıyla eksisiyle. Çünkü ben bir yazar/şairin özel hayatı olmadığından yanayım. Benim her bir şeyimi beni okuyan herkesin bilmesinden yanayım. Bu blogu da onun için açtım zaten. Ben orada kendi hikayemi anlattım, ama biliyorum ki birçoğunuz kendinizi ya benim ya da Zehra’nın yerine koydunuz ve öyle okudunuz. Çünkü her birimiz aslında aynı hayatları yaşıyoruz. Farklı olan sadece zamanlar, mekanlar, isimlerimiz. Yoksa hepimizin hayatları bir birine benziyor. Kopyala yapıştır hayatlara sahibiz. Bu maalesef ki böyle. Çünkü Türkiye vatandaşı olmak böyle bir şey. Biz yarı sömürge bir ülke olup aynı zamanda kapitalizmin oyuncağı olduğumuz bir ülke olduğumuz için, kapitalizmin gerekliliği olan tek tipleştirme maalesef ki hepimizi buyruğu altına almış durumda. Bunu ister kabul edin, ister etmeyin, ama bu böyle. Bunun aksini iddia eden vatan hainidir, şaka şaka :)

Arkadaşlar ben 3 Şubat 2016’da annemi kaybettim. 3 gün içerisinde hastalandı. Devletimiz sağ olsun sağlıkta devrim yaptığı için, hastanelerde yer olmadığından dolayı annemin hastaneye yatması gerektiği halde, hastanede tedavi altına alınamadı. Buna mukabil annemin tedavisini evde sürdürmeye çalıştık. Gel gelelim her geçen gün kötüleşiyordu. Doktora gitmekten de korkardı rahmetli. Gel acile gidelim diretmelerime rağmen bir türlü götüremedim. Ta ki işte ölümünden üç gün öncesi Pazar gününe kadar. Son anda götürmüşmüşüz. Zaten hastaneye gitmeseymişiz, muhtemelen evde ölümü gerçekleşecekti.

Bu konuyu bilahare daha detaylı olarak yazarım, anlatırım.

Annemin cenazesinden sonra aramayan sormayan neredeyse hiç kimse kalmadı. Edirne merkezde bulunan arkadaşlarım sağ olsunlar seferber oldular. Keşan’daki arkadaşlarım ona keza. Bir zamanlar hayatıma girip de benim aslında unuttuğum eski sevgililerim dahi aradılar, sağ olsunlar. Bu arayanlardan bir tanesi de Zehra’ydı. Aramasını beklediğim tek kişi de belki de Zehra’ydı öyle söyleyeyim size. Yani öyle bir durumdayken, aklınıza aramasını istediğiniz tek bir kişi gelir mi sizin bilmiyorum, ama benim aklımda Zehra vardı. Arasın hatta her şeyini bırakıp, işini gücünü bir kenara koysun benim yanımda olsun istediğim tek kişi Zehra’ydı. Gelmedi, ama cenazeden birkaç gün sonra aradı, sağ olsun.

3 Şubat 2016’da annemi kaybettiğim haberini aldığımda doktorlardan. Aynı zamanda babam da Edirne Devlet Hastanesinde enfeksiyon hastalıkları bölümünde tedavi altındaydı. Sizin anlayacağınız her şey boktandı. Her şey üst üste gelmişti ve ben neyi nasıl ne şekilde yapacağım hususunda kararsız kalmış durumdaydım. Allah kimseye öyle bir şeyi yaşatmasın. Bunu şimdi anlatıyorum. Alevlerin küllenmiş olmasından dolayı rahat anlattığımı sanmayın. Alevler hala harlı sadece anlatmam gerektiğini düşündüğüm için anlatıyorum. Ben böyle kişisel hikayelerimi açık yüreklilikle anlatacağım size. Hem bu benim için bir nevi terapi yöntemi. Hem de beni yakinen tanıyın istiyorum. Her bir şeyimi bilin istiyorum. Beni bilin, beni anlayın, beni tanıyın istiyorum. Özellikle beni okuyan ve sürekli takip eden dostlarımın, arkadaşlarımın, okurlarımın bunu bilmeye hakları olduğunu düşünüyorum.

Bu süreçte, yani annemin hastalığı, yoğun bakım süreci, babamın hastalığı vesaire yaşadığım olaylar döneminde yanımda olanları da olmayanları da görme fırsatı bulmuş oldum. Mesela ben akrabalık ilişkilerine çok inanan birisi değilimdir. Bu süreçte bu konuda ne kadar haklı olduğumu öğrenmiş, anlamış ve tasdik etmiş oldum. Yine de yanımda olan ve olmayan herkese teşekkür ederim.

Yahu anlatmak istediğim bunlar değildi benim. Asıl amacım 2017’de Van’a gittiğimde başımdan geçenleri anlatmaktı. Şimdi gelelim o konuya. Evet başlıyorum:

Şimdi efendim, benim bu Zehra takıntım her geçen gün artarak devam ettiğinden mütevellit, her geçen gün daha da dibe yuvarlanmaya başlamalarım yakın çevremdeki dostlarımın, arkadaşlarımın ilgisini çekmişti. İlgisini çekmemesinin imkanı yoktu, zira her sohbette mutlak surette konu dönüp dolaşıp benim Zehra olayına bağlanıyordu. Van’a gitmeyi kafaya koymuştum. Arkadaşlarla her oturduğumda Van muhabbeti mutlaka açılıyordu. Bir gece hatta Fatih abiyle beraber içerken, konu o kadar çok ileriye gitti ki, kafalarımız da güzel. “Kalk git, ne olacaksa olsun artık, kafanda soru işareti kalmasından iyidir” dedi. O kafayla az daha arabaya atlayıp, kendi arabamla Van’a gitmeye bile kalkıştım. Allah’tan ki Fatih abi aldı beni çorbacıya götürdü, biraz ayıldıktan sonra eve bıraktı da o akşam Van’a gitme olayı kapanmış oldu.

Lakin gel zaman git zaman, 2017 Mart sonunda ben kararımı verdim uçak biletimi aldım ve Van’a gitmek üzere bütün hazırlıklarımı yaptım. Daha önce Van’da polis memuru olarak görev yapan Hüseyin abiyi aradım, dedim; “ben Van’a gidiyorum” Haklı olarak şaşırdı. Çünkü Van ile ilgili çok iç açıcı anıları yoktu. “Ne işin var lan orada” dedi, dedim “Zehra’nın yanına gidiyorum.” Öyle deyince durumu anladı ve “tamam o zaman ben benim devrelere haber vereyim de karşılasınlar seni orada” dedi. “Bir de oraya gittiğinde mutlaka araba kirala, elin kolun rahat olur” diye tembihledi. “Tamam abi” dedim. Beni yönlendirdiği polis arkadaşıyla irtibata geçtim. Sağ olsun çok ilgilendi benimle. Uçak saatini falan sordu. Buna mukabil Van Ferit Melen Havaalanına indiğimde de kendisini aramamı salık verdi. Her şeyi halletmiş gibiydim. Hüseyin abi Van merkezde değil de Erciş’te kalmam konusunda uyarmıştı. Orada daha rahat edersin demişti. Hal böyle olunca Erciş öğretmenevini aradım. Erciş’te olacağım günü söyledim, ona rağmen siz buraya gelin hele bir şekilde çözülür yer problemi cevabı aldım. Yani sizin anlayacağınız yer ayırtamadım bir türlü. İllaki beni görmek istediler her nedense.

Van’a gitmeden bir gün önce İstanbul’a geçtim. Çocukluk arkadaşım canım ciğerim kankam Aytekin ile buluşacaktık. O geceyi onda geçirecektim. Onu beklerken telefonumun şarjının azaldığını fark ettim. Taksim civarında bir yerdeydim. Telefonumu şarj edebileceğim bir yer ararken, salaş bir meyhane/bar karışımı bir mekana denk geldim. Girdim içeriye bira istedim bir tane. Bir de telefonumu şarja takabilir miyim diye sordum. Tabii dediler, prize yakın bir masayı gösterdi. Telefondan ayrı kalmadan hem biramı içmeye başladım, diğer yandan da biramı yudumluyordum. O sırada Aytekin aradı. Metro ile Yenikapı’ya geçmemi söyledi. Neyse işte, biramı içip telefonu da şarjdan çıkardıktan sonra hesabı ödeyip mekandan ayrıldım.

Metro bulunduğum yere yakındı. Bindim kısa bir süre sonra da Yenikapı’ya varmıştım. Aytekin beni metro çıkışının bulunduğu geniş meydanda karşılamıştı. Sarıldık, kucaklaştık. Sonra eve geçtik. Bir şeyler atıştırdık. Benim aklımda, fikrimde ve dahi dilimde hep Zehra vardı. Boyuna Zehra’yı anlatıp duruyordum Aytekin’e. Bütün diğer arkadaşlarıma yaptığım gibi. Gına gelmişti insanlara artık. Farkındaydım, ama buna engel olamıyordum. Kitabını bile yazdım diyorum ya. O derece bir duygu durumundaydım. Devamlı anlatmak istiyordum. Devamlı insanlar bana hak versin, beni onaylasın istiyordum. İnsanların sıkıldığının da farkındaydım, ama elimden de bir şey gelmiyordu. Kafayı yemeye çeyrek kalmıştı.

O gece saat gece 11 civarı yattık. Lakin imkanı yok gözüme uyku girmiyordu. Kulağımda kulaklık devamlı o sıralar takılı kaldığım bir şarkıyı dinliyordum. TRT’de yayınlanan bir dizi vardı “Yeşil Deniz” diye, ha işte o dizide söylenen bir şarkı vardı; şarkının adı “Kaybolalım.” Sözleri de şöyleydi; “Sen bana demedin mi mavi gözlerin gibi (şarkının burası Zehra’ya uymuyor, onun gözleri yeşildi) denizlere gidelim diye, sen beni sevmedin mi? Aşkımızın külleri yakamaz mı bizi yine? Sözler yalan oldu bak, geceler her gün kör bıçak geçmez bu ömür böyle, gel hayalim anıları alalım kaçalım buralardan, gel yoruldum yalanları yaşayan gururumdan, bir ömür var bir de aşkımız yeter bu zamana, gel baharım kaybolalım…” (Şarkının linkini şuraya bırakıyorum, bu yazıyı okurken dinlersiniz.)

Şarkıyı dinlerken kulaklık kulağımda o şekilde uyumuşum. Sabah beş gibi alarm sesine uyandım. Zira 06.05’de uçakta olmam gerekiyordu. Uçağın kalkış saati 06.30 idi. Aytekin sağ olsun, gecenin sabaha yakın o saatinde kalkıp o zamanki Atatürk Havaalanına kadar bıraktı beni. Yine sarıldık, helalleştik. Ha bir de Apple’ın telefonunda bir takip etme şeysi varmış, her ihtimale karşın onu aktif etti benim telefonumda, kendi telefonundan takip edebilsin diye. Nerede olduğunu göreyim dedi. Malum Ankara’dan öte gitmemiş adamdım ben neticede, bir de bölgenin durumu ortada olduğu için Aytekin dahil herkes tedirgindi benim Van’a gidiyor oluşumdan. Bense gözümü karartmıştım. Sonucun ne olacağından da habersiz bir şekilde bindim uçağa. Saat sabah 08.30’da Ferit Melen Havaalanına iniş yaptık. Söylemeyi unuttum, Van’a giderken bu durumdan Zehra’nın haberi hiçbir şekilde yoktu. Telefon numarasını değiştirmişti. Sosyal medyadan vesaire her yerden engellemişti. Hiçbir şekilde bir iletişimimiz yokken kalktım gittim. Bendeki de deli cesareti yemin ediyorum. Neyse uçaktan iner inmez, Van Ferit Melen Havaalanı tabelasının fotoğrafını çektim, WhatsApp’tan gönderdim Zehra’ya, hiçbir şey de yazmadım. O sırada Hüseyin abinin polis arkadaşıyla konuşuyordum telefonda. Bana havaalanı kapısından çıktıktan sonra, tam karşıda dolmuşların olduğunu söyledi. O dolmuşlar direkt Erciş’e geliyor, onlardan birine bin abi dedi, peki dedim. Şoföre sordum Erciş’e gidiyor musun diye. Gidiyoruz beyim dedi. Ne kadar var kalkışa dedim. Maksadım sigara içmekti. İç sen sigaranı daha on dakika buradayız dedi. Peki dedim, içtim sigaramı. Dolmuşa bindiğim gibi radyoda Ahmet Kaya çalıyordu. Kendimi öyle huzurlu hissetmiştim ki, o duyguyu size nasıl tarif edeceğimi gerçek manada bilmiyorum. Ahmet Kaya sevdamı bilenler bilir. Ülkemin bir ucunda tanıdık bir sesle karşılanmış olmak acayip hoşuma gitmişti. Buna benzer bir duyguyu da İstanbul Kartal’a ilk gittiğimde saf saf dolaşırken Kartal meydanda Neyzen Tevfik heykelini gördüğümde yaşamıştım. Kartal’a ilk gidişimdi ve sanki kanımdan canımdan birini görmüşçesine sevinmiştim. Akabinde de mezarını ziyaret etmiştim. Tek pişmanlığım mezarına giderken yanıma bir 35’lik rakı alıp mezarına dökmemek olmuştu, tekrar gitme fırsatım olursa şayet yapacağım bunu. Neyzen zamanında küçük rakıya Fahrettin Kerim denirmiş, dönemin İstanbul Valisinin adı Fahrettin Kerim, ufak tefek bir adam olduğundan mütevellit 35’lik rakıya Fahrettin Kerim adını takmış İstanbul halkı. Bunu bilahare anlatırım detaylıca. Neyzen de ayrı bir alem zira. Mezar taşında aynen şu yazıyor; doğum tarihi olarak 1880 ölüm tarihi olarak 28 Ocak 1953 ve bu bilgilerin hemen altında Neyzen’in bir beyti: “Sen surete bakmakla hüküm verme sakın, gel sireti gör Hakkı temaşa ediyor. Hep Neyzen’i sarhoş görüyorsan ne çıkar. Bak meyhanede Kâbe’yi inşa ediyor.” Ruhuna Fatiha… Neyzen dediğim gibi ayrı bir alem. Başka bir yazıda detaylıca anlatırım sözüm olsun.

Dolmuşta giderken yol boyunca Ahmet Kaya çalmaya devam etti. Kafamı dolmuşun camına dayamış yolu seyrediyordum. Van Gölü kıyısından devam ediyordu güzergah, dağların tepelerinde kar vardı. Mart sonuydu gittiğimde. Yanlış hatırlamıyorsam 26 Mart gibiydi. Bu tarihi özellikle belirtiyorum, çünkü bu tarihten tam bir sene öncesi ben Mekke’deymişim. Kaderin cilvesi olsa gerek, yazının ilerleyen bölümlerinde anlatacağım bunu.

Yolda devam ederken, polis arkadaşla telefonda görüşüyorduk. Van merkezi geçmiştik. Yol üzerinde bir tabelada Muradiye ibaresini gördüm. Erciş’e giderken yol üstündeki tabela sağ tarafta kaldığını gösteriyordu Muradiye’nin. Muradiye’deydi Zehra. Tabelayı görünce bile mutlu olmuştum. Polis arkadaş Erciş girişte sol tarafta TOKİ konutlarının olduğunu, onun oralarda inmem gerektiğini, lakin kendisinin bir işi çıktığını beni karşılamaya arabayı kiralayacağım adamın geleceğini söyledi. Bana rent a carcının numarasını gönderdi. İsmi Yunus idi, aradım. “Abi” dedi, “sen Erciş sanayi girişinde in, ben oraya geliyorum” dedi. “Peki” dedim. Diğer yandan dolmuş şoförünün aynadan bana baktığını fark ettim. Oraların yabancısı olduğunu anlamıştı. Zaten her halimle anlaşılıyordu Vanlı olmadığım. Seslendim, “kaptan ben Erciş sanayi girişinde ineceğim,” diye. Aynadan bana baktı. “Anladım beyim,” dedi. Beş dakika sonra da sağa yanaşıp, “aha” dedi “bura sanayidir, aha bu da girişidir.” Tebessüm ederek teşekkür edip, dolmuştan indim. Sırtımda sırt çantam başladım beklemeye. Fakat Yunus ortalıkta görünmüyordu. Tekrar aradım, “abi ben sanayinin girişindeyim” dedi. “e, ben de sanayinin girişindeyim” dedim. Meğersem iki girişi varmış sanayinin. Yunus durumu çakozladı da buldu beni beş dakika içerisinde. Arabaya bindim. Yunus epey kilolu bir arkadaştı. Öyle olunca da yaşından büyük gösteriyordu. Ben abi diye hitap edince, “ağabey sen bana abi diyorsun da, sen kaçlısın” dedi, dedim “86’lıyım.” Kendisi 89’luymuş. Benden üç yaş ufak çıktı adam. Nerede kalacağımı falan sordu. Durumu anlattım, öğretmenevinden yer ayırtamadığımdan falan bahsettim. Abi dedi, öğretmenevi en güvenlisi, otelde falan kalma. Bizim buralar karışıktır biraz. Ne zaman ne olacağı belli olmaz, diye anlatıyordu. Beraberce öğretmenevine gittik. İçeriye girdiğimiz gibi Yunus’u tanıdılar. Tanınıyormuş Erciş genelinde. O yaşında Erciş merkezde otopark işletiyor, oto yıkama dükkanı var ve yedi emin Yunus’un elinde. Varın siz düşünün nasıl bir adam olduğunu. Neyse, öğretmenevi resepsiyona yanaştım. Resepsiyondaki adam ne kadar kalacağımı sordu, dedim belli değil, ama en az bir hafta kadar buralardayım dedim. Geceliği 80 lira dedi ve ekledi, yanına başka birisini istiyor musun dedi. O ne demek diye sordum. Odaları öyle başkalarına da kiralıyorlarmış. Yanıma kimseyi istemiyorum farkı neyse vereyim bana öyle bir oda verin dedim. Bu esnada Yunus devreye girdi. Resepsiyondaki adama dedi ki; “Osman abime en güzel odayı verin, yanına da kimseyi almayın, kendisi yazardır, çalışacak burada, geceliği de 80 değil 50 liradan ayarlayın” dedi. Resepsiyondaki adam hiç ikiletmedi, Yunus’un dediği gibi oldu. Hatta resepsiyondaki adam gözlerimin içine bakarak “abi, sana deniz manzaralı oda verdim ha” dedi. Van Gölüne yöre halkı deniz diyor. Zaten göl olmasının sebebi de, suyunun tuzlu olmamasıymış. Bu genel kültür bilgilerini de aldıktan sonra, Yunus abi ben gideyim artık dedi, dedim neyle gideceksin sen, ben aldırırım kendimi abi dedi. Dedim olmaz öyle şey, ben bırakırım seni. Erciş’e ineli daha yarım saat olmamış, yaptığım artistliğe bak. Peki abi o zaman dedi Yunus. Bindik arabaya. Yunus direksiyonda bana Erciş’i anlatıyor. Nereden mazot almam gerektiğinden, gidebileceğim mekanlara varıncaya kadar genel bilgiler veriyor Erciş ile alakalı. Bu arada bana verdiği arabanın kendisine ait olduğunu rent a car arabası olmadığını, rent a car arabalarının arıza çıkarabilme ihtimaline karşılık, kendi arabasını bana vermeyi uygun bulduğunu falan söylüyor. Gerçekten de araba 20 bin kilometredeydi bana teslim ettiğinde, sıfır almış. Ama gel gelelim arabanın plakası 06 ve beyaz ford tourneo. Bildiğin sivil polis arabası. Yani bilmeyen öyle zanneder. Nitekim öyle de zannediliyorum zaten. Neyse Yunus’un Erciş merkezdeki işyerine gidiyoruz. Gel bi çay ikram edeyim diyor. Kabul ediyorum, oturuyoruz biraz sohbet ediyoruz.

Bu esnada Zehra’ya havaalanının tabelasını fotoğraf çekip gönderdikten sonra, ilk yazdığı şu oluyor; “senin ne işin var burada” ben de cevaben “senin olmadığın şehirlerin sokaklarından sıkıldım, seni getirtemiyorum madem, ben geleyim” diye yazdım gönderdim. Yunus’un yanındayken de durmadan mesaj atıyordu. Okula falan geleyim deme sakınlar, şuanda neredesin gibisinden mesajlar vesaire.

Çayım bittikten sonra Yunus’tan müsaade isteyip ayrıldım mekandan. Bulabilecek misin abi öğretmenevini dedi, bulurum ya dedim. Ben genel olarak ilk gittiğim yerlerde böyle saçma sapan hiçbir şey bilmeden dolaşmayı ve dahası kaybolmayı seviyorum. Nitekim kayboldum da. Ara bir sokağa girmiştim, hiç de öyle geldiğimiz yola benzemiyordu. Sigaram da bitmişti. Sokağın tam başında böyle derme çatma bir bakkal gözüme ilişti. Dedim şuradan bir sigara alayım hem yolu sorayım. Epey yaşlı bir teyze vardı bakkalın önünde. Bakkalın içine girince ardımdan bu teyze de geldi. Sigara rafı boştu, “teyze, sigara yok mu” dedim. “he” dedi, “oğlan sınıra gitti sigara almaya, birazdan gelir” diye cevapladı beni iyi mi? Kaçak sigara sizin anlayacağınız. Tebessüm ettim, peki teyze benim o kadar vaktim yok, deyip çıktım bakkaldan. TOKİ’ye nasıl gidebileceğimi sordum, tarif etti. Tarif ettiği yol çevre yoluydu. Zaten hemen bir alt sokağa sapmışım. Düz devam ederken Zehra yazdı, nerede olduğumu soruyordu. Merak etmesi beni sevdiğinden değil sandığınız gibi, başıma bir şey gelmesinden endişe ediyordu herhalde kendince bilmiyorum. O esnada kırmıza ışıkta bekliyordum tabelaları çektim gönderdim, Ağrı, Bitlis vesaire illerin ilçelerin isimleri yazıyordu tabelalarda. Ne tarafa gideceğime karar veremedim diye yanıtladım. Öğretmenevine gitmemi ve çok fazla dolaşmamamı öğütledi. Dediği gibi de yaptım, çünkü çok yorgundum. Uykum vardı. Öğretmenevinin yolunu doğrultmuştum. Yol üstünde TOKİ konutlarının içerisinde olan o küçük büfelerden bir tanesine denk geldim. Sigara almak üzere büfeye girdim, burada da raflarda sigara yoktu. Yahu dedim sigara yok mu? Vardır ağam, ama dur hele şu çizgi filmi bir kapatayım, dedi. Kafamı televizyona bir çevirdim, televizyonda Kılıçdaroğlu konuşuyor. Başladım gülmeye. He ağam söyle hele ne sigarası içiyorsun. Dedim kent var mı? Kent var, marlboro var, ne istersen var, dedi. Tezgahın altından büyük bir siyah poşet çıkardı. Gerçekten de poşetin içinde envai çeşit sigara vardı. Kent alayım ben 3 paket dedim. Aldım sigaraları çıktım. Arabaya bindiğimde hala gülüyordum.

Öğretmenevine vardığımda beni öğretmenevinin berberi olarak kendisini tanıtan bir adam karşıladı, beyim hoş gelmişsen diyerek. Hoş bulduk dedi. Ver dedi çantanı taşıyayım. Adam benden yaşça büyüktü, neden böyle davrandığına bir anlam veremedim ilkin. Sonra anlaşılacaktı durum. Neyse, çay ikram etmek istedi. Dedim odaya çıkayım, çantamı falan bırakayım öyle içelim çayı. Yok dedi olmaz. Öğretmenevinin hemen bahçesinde bir kamelya vardı. Beni oraya oturttu, şimdi geliyorum deyip ayrıldı yanımdan. Çok geçmeden elinde ince belli iki bardak çayla geri döndü. Neyim, neciyim merak ediyordu anladığım kadarıyla. Başladı sorularını sormaya. Ardı arkası gelmiyordu sorularının. Yazar olduğumu, bölgeyi gezip bu bölgeyle ilgili yazılar yazacağımı falan söyledim. Anladım der gibi başını salladı ama, anladığım kadarıyla pek ikna olmadı. Çantamda kitaplarımdan vardı yanımda, çıkarıp bir tanesini adına imzalayıp hediye ettim. Az biraz ikna olmuştu yazar olduğuma. Madem yazarsın, ben sana bölgeyi anlatayım diyerek sözüne devam etti. Yol tarif ediyordu bana hemen şuranın üst tarafında Ahmed-i Hani türbesi vardır dedi. (Ahmed-i Hani, 17. yüzyıl'da yaşamış Kürt edebiyatçı, astronom, şair, tarihçi ve İslam alimi.) Öğretmenevi Van Gölünün kıyısındaydı, oturduğumuz kamelya Van Gölüne bakıyordu, aradan sadece stabilize bir yol geçiyordu. Orada bulunan öğretmenevi ve TOKİ depremden sonra yapılmış. Depremde Erciş dümdüz oldu, yeniden kurulmaya çalışılıyor işte diyerek sözlerine devam ediyordu berber arkadaş. Depremden önce kendisinin Erciş’in en büyük kuaförü olduğunu söylüyordu. Durumunun çok iyi olduğundan bahsediyordu. Lâkin depremle beraber her şeyini kaybettiğini anlatıyordu. Lafı döndürdü dolaştırdı Yunus’a getirdi. Dikkatini çekmiş Yunus ile gitmiş olmam. Yunus’u nereden tanıdığımı sordu. Ben tanımam benim burada arkadaşlar yönlendirdi, araba kiraladım Yunus’tan hepsi o kadar, dedim. Ha dedi, Yunus’un amcaoğulları falan hep dağda, ama Yunus iyidir, dedi. PKK’lı terörist diye de devam etti. Ama dedi Allah şahit Yunus’un o işlerde bezi yoktur beyim diyerek sözlerine devam ediyordu. Bana yavaş yavaş güvenmeye ve alışmaya başlamıştı sanırım, dedi ki; ağam sana bir hikaye anlatayım, ama gözünü sevem benim adımı geçirme, yoksa Allah’ıma beni yaşatmazlar, dedi. Dedim anlat hele, merak etme ben onu değiştirerek yazarım, senin adını da geçirmem. Şuanda da ciddi manada o berberin ismini hatırlamıyorum niyeyse. Yunus falan kalmış aklımda ama, o berberin ismini düşünüyorum düşünüyorum aklıma gelmiyor. Yaşıyorsa kulakları çınlasın. Neyse, devam etti anlatmaya, beyim dedi, bu Zübük var ya, şaşırmıştım, evet dedim. Ha işte o Zübük bizim burada gerçekten olmuştur, dedi. Nasıl yani dedim. Bahsettiği adamın da adını şuanda hatırlamıyorum, o anlatmaya devam etti. Burada şöyle bir adam vardı, dedi. Bir gün dedi, çıktı ortalığa başladı imza toplamaya. İmza kampanyasının konusu “Erciş İl Olsun” imiş. Merak etmeye başlamıştım. Herkesler imza verdi, dağdaki terörist bile geldi imza verdi, diye anlatıyordu. Bu şekilde 30 bin imza toplamış. Tayyip Erdoğan o zamanlar Başbakan diye sözlerine devam ediyor. Sen kalk, Başbakan’dan randevu ayarla bir şekilde karşısına dikil. Bizden topladığı imzaları da bir dosya yapmış, koymuş başbakanın önüne ve demiş ki Van halkı beni milletvekili olarak görmek istiyor. Adam ilk seçimlerde Van’dan birinci sıra AKP milletvekili adayı olarak seçimlere giriyor iyi mi? Sövdü saydı bir kamyon şey söyledi de onları burada anlatmayayım, başımız durduk yere belaya gitmesin, zira anlattığı şahsın adını şuanda hatırlamamakla beraber Cumhurbaşkanı danışmanı olarak görev yapıyor şuanda. Paravan şirketler kurdurup, o şirketler üzerinden türlü rantlar elde ettiklerinden falan bahsetti. Hepsini çok net hatırlamıyorum, not tutma özelliğini bir türlü edinemedim. Ya da böylesi konuşmalarda artık ses kayıt cihazı bulunduracağım yanımda. Zira kimlerde ne hikayeler var. Ben bu hikayeleri hep dinleyip, derleyip toparlayıp anlatmanın derdindeyim. “Arka mahalle” başlığı altında arka mahallelerde yaşananları gözlerinizin önüne sermek istiyorum. Bunu süreç içerisinde Youtube kanalıyla da destekleyeceğim bir aksilik olmazsa. İsteyen izleyecek, isteyen de okuyacak.

Neyse, sonra da dedi ki; bu Van Gölü böyle dolanır tam bir tur atarsan etrafında 850 kilometredir, döner dolaşır gene buraya gelebilirsin, Bitlis, Tatvan tarafından yol vardır diye sürdürdü sözlerini. Çayımdan son yudumu alıp, müsaade istedim. Biraz dinlenmekti niyetim, odaya çıktım televizyon çalışmıyor. Çok takılmam normal şartlar altında böyle şeylere, zaten yaklaşık 15 senedir televizyon izlemiyorum. Evimde de şuanda televizyon yoktur benim mesela. Bu televizyon çalışmaması durumunu resepsiyona bildirdim. Arkadaş geldiler gitmek bilmezler, yahu diyorum uyumam lazım benim diyorum. Yok ağam biz hallederiz sen uyu diyorlar. Takır tukur gürültünün içinde uyu uyuyabilirsen. Neyse ki, uyumuşum. Televizyon işini çözmüşler bana da bir not bırakmışlar, çalışıyor televizyon diye. Ben asıl telefon sesine uyandım, resepsiyondan aranıyordum, telefonun karşısındaki ses polis arkadaşlarınız geldi, aşağıda sizi bekliyorlar beyim, dedi.

Devam edeceğim, ama burada keseyim. Zira çok uzadı. Biraz merak edin. Hadi görüşürüz.

 

Osman Coşkun – Muharrir Seyyah

img

Osman Coşkun

Yorumlar

img