
Dün gece gördüm düşümde, seni özledim anne...
Anne ben geldim, üstüm başım
Uzak yolların tozlarıyla perişan
Çoktan paralandı ördüğün kazak
Üzerinde yeşil nakışlar olan
Anne ben geldim, yoruldum artık
Her yolağzında kendime rastlamaktan
Hep acılı, sarhoş ve sarsak
Şiirler çırpıştıran bi adam
Kurumuş kuyunun suyu, incirin
sütü çoktan çekilmiş
Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi
Ayrık otları, dikenler bürümüş
Kapıdaki çıngırak kararmış nemden
Atnalı ve sarmısak duruyor ama
Oğlum, mektup yaz diyen
Sesin hala kulaklarımda
Anne ben geldim, ağdaki balık
Bardaktaki su kadar umarsızım
Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın..
Efendim merhabalar. Yukarıdaki dizeler şair Ahmet Erhan’a ait.
Bugün 2 Şubat 2023 günlerden Perşembe. Nihayet Şubat yine geldi çattı. Bu yazıyı birkaç gündür kafamın içerisinde dolandırıp duruyorum, lakin yazabilme cesaretini gösteremedim bir türlü. Aslında Şubat ayı benim dünyaya gözlerimi açtığım ay olması hasebiyle bir nevi mutluluk ayı gibi karşılardım hep. Doğum günümün geleceği günü beklerdim büyük bir heyecanla. Çünkü dünyaya gelmiştim, gerçi bugün düşünüyorum da bana sorulsaydı dünyaya gelir miydim? Sanmam! Benimle aynı düşüncede olanlarınızda var aranızda biliyorum. Belki parti falan kursak iktidara bile gelebiliriz. Yani dünyaya gelme fikri kendisine sorulsaydı dünyaya gelmek istemezdim diyenlerle bir araya gelsek ciddi manada tek başımıza iktidar olurmuşuz gibi geliyor bana. En azından bu bana böyle geliyor. Yazıyı okuyanlarınız bana ulaşın da bu konuyu bir enine boyuna yatırıp düşünelim üzerinde. Belli mi olur, birlikten neler doğar. Neyse, konumuz bu değil. Dedim ya Şubat geldi, benim doğum ayı olması hasebiyle mutluluk ayımdı diye, gelgelelim 3 Şubat 2016 geldiğinde her şey alt üst oldu. Bir daha ben hiçbir zaman eski ben olamadım. Çünkü canıma can veren, canımda canını taşıdığım, sırdaşım, yoldaşım, arkadaşım, her bir şeyim olan annemi kaybettim ben 3 Şubat 2016’da. Şimdi bu satırları yazarken ellerim titriyor, göz bebeklerim bir ufalıp bir küçülüyor, tansiyonum oynayacak gibi oluyor. Şayet annenizi kaybetmediyseniz ne demek istediğimi kati suretle size izah edemem. Bunun çünkü hiçbir dilde karşılığı yok. Türkçede de yok. Zira edebiyatçı adamım, kelimelere bin bir takla attıran adamım. Lâkin söz konusu annem olunca yemin ediyorum, boğazımda bir öküz oturuyor, yutkunamıyorum, nefes alamıyorum ve eksik olduğumu ve daha da ziyade her geçen gün eksildiğim gerçeğiyle yüz yüze geliyorum. Bunun hiçbir dilde, lehçede vesaire karşılığı yok. Olsaydı yazardım, ama yok. Bana bugün deseniz ki, kıyametin kopması dünyanın yok olmasına karşılık anneni bir kez göreceksin, tercihini yap, annemi bir dakika görüp, dokunup, koklayıp, öpebilmek için dünyanın yok olması, kıyametin kopması hiçbir şekilde umurumda olmazdı, ben anamı isterdim. Turgut Uyar’ın bir şiirinde dediği gibi;
“benim kararlılığım bir sonuca idi
sular içirdim olmadı ben anamı isterim
herkes bir kıyısından tuttu çekti büyüttü kenti
köprülerden geçirdim olmadı ben anamı isterim
bir karışçık sularda büyüttüm her şeyi
uğrulardan kaçırdım olmadı ben anamı isterim
kimseler tutmadı elimden koskoca bir yaz bitti
yaylalara göçürdüm olmadı ben anamı isterim
kalbim koskoca bir yaz bitti kalbim
aklımdan neler geçirdim olmadı ben anamı isterim”
Bu yazıda yıllardır içimde tuttuğum, belki çok nadir dost meclislerinde konusunun açıldığı şeylerden bahsedeceğim. Çünkü kifayetsiz kaldığım bir zaman dilimi yaşadım, 2016 senesi benim hayatımın kayıp yılıdır, sonrasında da yaşadığım söylenmez zaten. Yani nefes alıp veriyor olmak, yaşıyor anlamı taşımıyor benim için. Yaşamak sabah kahvaltısına annen tarafından uyandırıldığın günlerde saklıdır. Yaşamak eve geç kaldığında pencerelerde seninle beraber uyuyamayan annen hayatta olduğu zaman yaşamaktır. Diyorum ya sadece bir dakikalığına anneni göreceksin ama akabinde kıyamet kopacak deseler, kıyametin kopması zerre umurumda olmazdı. Annemi bir dakika görebilmek için dünyanın canı cehenneme derdim, diyorum, diyeceğim.
Gelin size biraz annemden bahsedeyim. Annem yaratılışı itibariyle farklı bir insandı, tabii herkesin annesi öyledir buna bir şey dediğim yok, lâkin annem öyle farklıydı ki, yani bir insanın içerisinde hiç mi kimseye karşı bir kırgınlık, kızgınlık ne bileyim buna benzer duygular olmaz. Yoktu arkadaş benim annemde. Yüzünden tebessümü hiç eksik olmadı ölene kadar. Herkesin yardımına koşar, birinin bir şeye ihtiyacı olduğunda kendi derdi gibi dert edinirdi. Yani nasıl desem, düğünlerde halay başı, cenazelerde gözyaşıydı annem. Annemi yakinen tanıyan herkes de bilir bunu. Herkesin üzerinde hakkı vardır, en çok da benim üzerimde, çünkü çok zahmetimi çekti. Helallik bile alamadan, göçtü gitti. Son sözü de “Nefes Alamıyorum Oğlum” oldu. Şimdi ne zaman o sahne gözümün önüne gelse, depremler oluyor beynimin içinde, nefes alamıyorum. Diyorum ya, izahatı olmayan bir şey. Kesinlikle bunun tarifi mümkün değil. Hani Nasreddin hoca damdan düşüyor, konu komşu telaşlanıyor hekim çağırın hekim çağırın diyor da hoca diyor ya hani bana hekim gerekmez, bana damdan düşen birini getirin, benim hâlimden o anlar, ha işte tam olarak bu böyle. Belki bir nebze de olsa tarif edebilecekse bu kıssadaki hisse tarif edebilir içerisinde bulunduğum durumu.
Önceki yazılarımda anlattım, burada da anlatayım, hani diyorum ya “ben annemin duasını yaşıyorum” diye. Ya bir insan nasıl bir temiz kalp taşıyor ki tam olarak istediği meslek bilmese de ne olduğunu benim mesleğim oluyor arkadaş. Diğer yazıları okumayanlar için özet geçeyim. Annem çok hastalanan bir insan değildi. Doğru düzgün doktora gittiğini falan hatırlamam. Eskiden aile hekimliklerinin yerine sağlık ocakları vardı. Bizim bağlı olduğumuz sağlık ocağı da bizim evin hemen üst tarafındaydı. Sağlık karnesi diye de bir şey vardı o zamanlar. Ayda bir, üç ayda bir annem gider bu sağlık ocağına ya bir ağrı kesici ya bir böyle evde olmasını önemsediği birkaç ilaç olurdu, onları doktora yazdırmak için giderdi. Başka da öyle aman aman bir hastalığı hiç olmadı çok şükür. Neyse bu sağlık ocağına her gidiş gelişinde, ben o zamanlar ortaokul çağlarındayım. Sağlık ocağında çalışan bizim bir akrabamızla evli Sayhan abi vardı. Annem her eve geldiğinde, “Ah be kızanım Sayhan abin kadar olsan yetecek” der dururdu. Akabinde günler günleri kovaladı, aylar aylarla yarış yaptı, yıllar durmadı durduğu yerde ve benim lise çağım geldi çattı. Anneme göre meslek lisesi okumalıydım. Benim çocukluk hayalimdeyse polis olmak vardı. Her ikisinin de sınav tarihleri ardı ardınaydı. Polislik sınavı Cumartesi günü İstanbul’da, Sağlık Meslek sınavı Pazar günü Edirne’deydi. Anneme göre ikisine de girmeliydim. Sonra oturup düşündük beraberce, ortak kanaatimiz İstanbul’u bilmediğimizden dolayı sınavın olacağı okulu bulur muyuz bulamaz mıyız üzerinde yoğunlaştı. Ama dedi, çocukluk hayalin istersen dedi, önce gidelim İstanbul’a sınava gir, oradan da direkt Edirne’ye geçeriz dedi. İstanbul’daki akrabalarda da kalacaktık, onlar bizi okula da götüreceklerdi. Sonra bu iş benim kafama yatmadı, çok yorucu olacağını düşündüm ve vazgeçtim polis sınavına girmekten. Kaderin cilvesi mi dersiniz ne derseniz deyin. Gittik bir Pazar günü Edirne’ye, ben sınava girdim. Hiç unutmuyorum, Sultan 1. Murat Ortaokuluydu sınava girdiğim yer. Hiç umudum yoktu açıkçası, sırf annem üzülmesin diye girmiştim sınava. Zaten zihin açar diye yol boyunca bana çikolata yedirdiğinden, yediğim çikolataların da beni ziyadesiyle susattığından deli gibi su içtim sınav öncesi ve sınav esnasında 4-5 defa izin isteyip tuvalete gittim sınav esnasında, sınav gözetmeni öğretmen bu son bak bir daha göndermem ha demişti. Neyse, sınav bittikten sonra da gittik Edirne’yi gezdik, Selimiye camisini dolaştık. Benim ta o zamanlardan Selimiye camisine karşı manevi bir bağım vardır. Gidip görenleriniz vardır mutlaka, gidip görmediyseniz de ölmeden görmeniz gereken yegane yerlerden birisidir Selimiye Camisi. Mutlaka ziyaret edin derim.
Sonrasında ne mi oldu? Sağlık Meslek Lisesi sınav sonuçları açıklandı. Ben Uzunköprü Hüseyin Çorum Sağlık Meslek Lisesini kazanmıştım. Keşan’daki tanıdık öğretmenler vardı, bir tanesiyle ailecek de görüştüğümüz Fevzi amca dediğim bir öğretmendi. Diğeri de Sağlık Meslek Lisesi Müdür yardımcısıydı. Sen git kaydını yaptır, ikinci dönem alırız seni buraya dediler. Fevzi amca benim kazandığım okulun müdürüyle çok yakın arkadaşmış, onun vasıtasıyla da gidince daha bir özel ihtimam gösterildi, kaydım yapıldı. Okul açıldı ben başladım ama, hiç memnun değildim. Bana göre Keşan gibi yer bırakılıp Uzunköprü’de okunmazdı. Bütün arkadaşlarım Keşan’daydı, benim ne işim vardı Uzunköprü’de. Sonradan bir de Keşan’daki Sağlık Meslek Lisesinin bölümünün Acil Tıp Teknisyenliği olduğu benim okuduğum bölümünse Çevre Sağlığı Teknisyenliği olduğu ortaya çıkınca benim Keşan Sağlık Meslek Lisesine geçme hayali de suya düşmüş oldu. Ben tabii o zamanlar Sağlık Meslek nedir? Çevre Sağlığı Teknisyenliği nedir, ne iş yapar, nerelerde çalışır? Hiçbir bilgiye sahip değilim. Okula sadece bedenim gidip geliyor, ama aklım hep Keşan’da. Bu konuyu çok uzatmayayım, “annemin duasını yaşıyorum” diyorum ya, evet arkadaşlar Sayhan abinin Çevre Sağlığı Teknisyeni olduğunu öğreniyorum ben, bunu da yanında staj yaptığım dönemde öğreniyorum iyi mi? Sayhan abim kadar değil, Sayhan abim gibi olmuştum işte, annemin duasının kabulünün içerisinde bulmuştum kendimi. Bunu neyle izah edebilirsiniz bana? Şuanda da Sağlık Memuru yani Çevre Sağlığı Teknisyeni olarak Keşan Belediyesi’nde çalışıyorum. On beşinci senenin içerisindeyim. Ben o zamanlar isyan ederdim, ne işim var benim burada derdim bağırırdım falan annem hep sakin bir şekilde sebat et oğlum derdi. Velev ki sebat etmek zorunda kalmıştım. Ama şimdi iyi ki diyorum. Çünkü Uzunköprü hem arkadaş anlamında, hem dünya görüşü anlamında bir ton şey kattı bana. Yalnız ayaklarımın üzerinde durmayı öğrendim lise dönemimde. Çünkü bir süre annem benimle kaldıktan sonra ben artık yalnız kalmaya başlamıştım evde. Yalnızlıktan mıdır nedendir bilmem, kitaplara sarmıştım. Siyasi bir kimlik oturmaya başlamıştı üzerime. Öyle böyle değil ama. Gece gündüz okuyordum, çünkü okuldan sonra yapılacak hiçbir şey yoktu. Devamlı okuyordum. Bugünkü Osman Coşkun’un temelleri o zamanlar atılmaya başlanmıştı en nihayetinde.
Benim hayata dair bakış açımın değişmesi, her şeyi sorgulamam vesaire hep o zamanlarda başladı. Yani yaşıtlarımdan çok farklı bakıyordum her şeye. Dini sorguluyordum, mevcut siyasi yapıyı sorguluyordum, eğitim sistemini sorguluyordum. Hep bir eleştirim vardı her şeye. Eleştirilerin yanı sıra, yani muhalefet yapıyordum, ama karşılığında da böyle olması gerekli diye kendimce tahliller yapıyordum.
Bu başka bir yazının konusu olsun. Ben annemi anlatmaya devam edeyim.
Yakın çevremin bildiği ama bilmeyenleriniz için söyleyeyim ben 2016’da Umre’ye gittim.
Bir sabah uyandık, annem kahvaltı ederken dedi ki; “oğlum ben bütün gece rüyamda yeşil halıların üzerinde namaz kıldım, acaba neresiydi orası çok merak ettim.” Bu benim de kafamı kurcalamıştı. Acaba orası neresiydi? Sanki dedi Kâbe gibiydi. Bu konuyla ilgili olarak ikimizin de malumatı yoktu. Annemin “Hac ya da Umre’ye gitmeden ölürsem gözlerim açık gider” sözleri benim kafama kazınmıştı. O süreçte de annemin babasından kalan birkaç parça tarla, arsa vesaire bir şeyler vardı Yenimuhacir beldesinde. Dedim ki; “anne oradan gelecek olan parayla Umre’ye git, ister teyzemi al git, istersen de kimseyi bulamazsak ben de seninle gelirim.” Satılacak olan yerler mahkeme kanadıyla satılacaktı, açık artırmayla satılacaktı yani. Bu süreç bekleniyordu nicedir. Annem öldükten tam 1 ay sonra 3 Mart 2016’da arsaların, tarlaların satışı gerçekleşti. Oradan para gelince aldı beni bir düşünce, bu parayla ne yapacağım, ne yapmalıyım diye düşünüyorum. Daha annemi kaybedeli bir ay olmuş ve bu para aslında annemin hakkıydı. Görmek nasip olmadı, hak bana ve babama geçmiş oldu ve tam da böyle düşüncelerin içerisinde debelenirken ben kafamda bir şimşek çaktı, “ulan oğlum Osman” dedim, senin annene ne sözün vardı, buradan gelecek olan parayla Umre’ye gideceksin, olmadı beraber gideriz. E, para gelmişti. Aklıma direkt Naci abi geldi. Naci abi her yıl Umre’ye gitmeye özen gösterirdi. Yol yordam bilir diye onu aradım direkt. Dedim ki; “abi ben Umre’ye gideceğim ne yapacağız?” Dedi ki Naci abi; “Sen kapat ben sana döneceğim.” 10 dakika sonra döndü ve dedi ki; “Hilmi Örs var tanır mısın? Onlar şuanda 3 Nolu Sağlık Ocağındalar, Umre için aşılarını yaptırıyorlar, seni bekliyorlar, git hemen aşılarını yapsınlar.” Kalktım gittim, Hilmi abiyle de orada tanıştım. Aşılarım yapıldı, sonrasında da Hilmi abi pasaport işlemleri için beni emniyete gönderdi. Oradan nüfus müdürlüğü falan derken ben karar verdiğim günle Umre’ye gideceğim tarih aynı an içerisinde vuku bulmuş oldu. Yani ayarlasam böyle denk gelmezdi.
Her şey yolunda gitti. Biz 24 Mart 2016 günü öğlen namazından sonra Keşan’daki iki şerefeli cami önünden yola çıktık. Buraya kadar her şey normal. Bize yolda önce Mekke’ye gideceğimiz ondan sonra Medine’ye geçeceğimiz söylendi. Benim kafamda soru işareti oldu. Bu konularla alakalı herhangi bir bilgiye sahip değildim, ama kendi kendime önce Medine’ye gidip Peygamber’i ziyaret etmek gerekmez mi? Nitekim Kâbe’ye yani Allah’ın evine giden yol Peygamber’den geçerdi. Ben böyle düşüncelerle cebelleşirken Atatürk Havaalanına vardık. Uçağa bindik ve bize uçakta programda değişiklik olduğu önce Medine’ye gideceğimiz söylendi. Bıyık altından bir tebessüm belirdi yüzümde hiç unutmuyorum.
Suudi Arabistan’da indiğimiz havaalanının adını da hangi şehirde olduğunu da şuan inanın hatırlamıyorum, ama Medine’ye 6 buçuk saat gittiğimizi hatırlıyorum. Git Allah git, bitmek bilmedi o yol.
Medine’ye otobüsle vardık otelin önüne. Otele bir girdik, bütün odalar dolu. Bize bir yer gösterdiler, valizlerinizi, eşyalarınızı vesaire buraya koyun, odalar boşalınca sizi odalarınıza alacağız dediler. Mecbur tamam dedik. Koyduk eşyaları gösterdikleri alana. Ben otelin önünde sigara içiyorum, bizimle beraber gelen birkaç kişiyle muhabbet ediyorum, tanışmaya çalışıyorum. Tam o esnada Hilmi abi geldi yanımıza. O kadar insanın içerisinde döndü bana dedi ki; “hadi gel Peygamberimizi selamlayalım.” Elimdeki sigarayı yarım attığımı hatırlıyorum. Başladık Mescid-i Nebevi’ye doğru yürümeye. Yürüyüş mesafesiyle 5 dakika bile yoktu otelle arasında.
Ben daha bahçesine girdiğim gibi Mescid-i Nebevi’nin çok tuhaf bir huzur karşıladı beni. Hilmi abi diğer yandan anlatıyordu; “bak burada” diyordu, “her namaz vakti en az 2 milyon insan namaz kılıyor” diyordu. Diğer taraftan Mescit’in hemen yan tarafındaki tren yolunu gösteriyordu, “burası” diyordu; “Osmanlı zamanında tren raylarına keçe döşenmiş, Peygamber efendimiz rahatsız olmasın” diye anlatıyordu.
Az biraz daha gittikten sonra Mescit’in giriş kapılarından birinin önüne gelmiştik. Bilenler bilirler, Peygamber efendimizin kabrinin bulunduğu alanın giriş kapısı. İnsan seli vardı kapının önünde. Ayağımdaki sandaletleri çıkardım, çantama poşetleyip koydum. Hilmi abi anlatmaya devam ediyordu; “bak” diyordu, “bu duvarlardaki kırmızı zemin üzerine sarı harflerle Kuran’ın tamamı işlenmiştir, bu da Osmanlı Devleti zamanında yapılmıştır” diyordu. Ben hiç sesimi çıkarmadan dinliyordum. Kalabalıktan dolayı adım adım ilerliyorduk. Az biraz gittikten sonra, Hilmi abi Mescit’in imamının namaz kıldırdığı yeri gösterdi ve dedi ki; “bak burası Peygamber efendimizin namaz kıldırdığı alandır, cennet bahçesi olarak adlandırılır, burada iki rekat namaz kılanlar cennet ile müjdelenmiştir, Mescit’in her yeri kırmızı halılarla kaplıdır, sadece buranın halıları yeşildir” dedi ve benim o an kafamdan kaynar sular boşaldı ve tüylerim diken diken oldu. Hilmi abi anlatmaya devam ediyordu ama, ben duymuyordum. Annemin duasının içerisinde bulmuştum gene kendimi. Ne diyeceğimi bilemeyecek bir şekilde Peygamber efendimizin kabrini selamladım ve az ileride de diğer kapıdan çıktık. Mescit’in hemen üst tarafında Cennetül Baki mezarlığı olduğunu anlatıyordu Hilmi abi, orada sadece Sahabelerin ve cennet ile müjdelenenlerin yattığını söylüyordu. Dört halifeden Osman ve Ömer orada yatıyordu. Hz. Ebubekir’in kabriyse Peygamber efendimizin kabrinin yanındaydı. Hz. Ali’nin kabrinin ise nerede olduğu bilinmiyordu.
Bütün bu bilgilerin ışığında benim aklımdaki tek düşünce o cennet bahçesi olarak adlandırılan yeşil halıların üzerinde annemin rüyasında gördüğünü gerçekleştirmekti. Hilmi abiye de bu durumu anlattım. Dedi ki; “sabah namazından birkaç saat önce gelirsen daha tenha olur, o zaman ancak girebilirsin.”
Ben o gece hiç uyumadım. Sabah namazından birkaç saat önce gittim Mescit’e ve cennet bahçesi denilen yeşil halıların olduğu alana. Öylesine bir kalabalık vardı ki, öyle böyle değil. Ama kafaya koymuştum, girecektim o alana. Geçtim sıraya ve başladım beklemeye. Yarım saat kadar geçtikten sonra, o izdihamda herkes bir birini ittirirken bir anda kendimi yeşil halıların üzerinde buldum. Zor zahmet iki rekat namaz kıldıktan sonra, alandan başkasının hakkına girmemek gerektiği düşüncesiyle çıktım. Alana girmek kadar çıkmak da zahmetli oldu, ama ben annemin rüyasının ya da işte duasının karşılığını yaşamış olmanın huzuruyla bekledim sabah ezanının okunmasını. Size yemin ediyorum bizim burada bazı imamları tenzih ederek söylüyorum, ama ben Umre sırasında dinlediğim ezanı hayatımda bizim ülkemizde dinlemedim. Adamlar öyle bir ezan okuyor ki, benim diyen ateist Müslüman olur, o derece.
Ha bir de unutmadan, Suudi Arabistan’da özellikle Cuma namazlarından sonra falan şuraya buraya yardım adı altında, nereye gittiği belli olmayan makbuzlu ya da makbuzsuz herhangi bir para toplanmıyor. Bunu da dip not olarak düşmek isterim ve bu yazıyı izninizle sonlandırmak istiyorum. Daha anlatacaklarım var, ama başka bir yazıda devam ederim. Zira bu konu, yani annemle ilgili bir şeyler paylaşma, anlatma, yazma hususu beni ziyadesiyle yoruyor. Allak bullak oluyorum, onun için affınıza sığınarak son veriyorum yazıya.
Annemin nezdinde hayatını kaybeden tüm annelerimizin özellikle Atatürk’ümüzün annesi Zübeyde hanım annemizin makamı âli, mekanı cennet, seyri cemâl olsun…
Buraya kadar sabredip okuyanların gözlerinden öperim, kalın sağlıcakla…
Annem öldükten sonra yazmış olduğum şiiri de paylaşıp, bu yazıyı sonlandırıyorum…
Nefes Alamıyorum Anne…
Nasıl olur nasıl olacak bilmiyorum
Oluyor mu diyorsun ya Rab
Efkar burnumun direğine çadır kurmuş
Ne hâldeyim bilmem ya Rab
“Merhamet et kendine” diyor bir ses
Usul usulca sokulup bir gündüze
Üstümüze karlar yağıyor cuma saati
Ve seni toprağa düşmüş gibi bırakıp
Teşekkür edip adım için yaşamım için
İlk adımımı ben sana koşarak attım
İlk sana seslendim an zaman içinde
Ve sensiz bir kalbi şimdi nereye bıraksam
Ah anne, gece eve geç kalsam
“uyuyamadım oğlum” derdin
Şimdi eve geç kalmıyorum anne
Sen rahat uyu diye..
Pencerenin kenarına oturup saatlerce
Perdenin aralığından sokağa bakardın
Bir de kar yağarken aynı pencerenin önünden kalkmazdın saatlerce
“ne güzel yağıyor oğlum” derdin..
Baksana anne, bak kar yağıyor mezarının üstüne..
Şimdi ne zaman kar yağacak olsa
Beş şubatın hatırına
Senin hatırına yağar anne..
Gittin ya anne,
Elim ayağım buz içinde..
Senin beni beklediğin pencerenin kenarına oturup saatlerce perdenin aralığından sokağa bakıyorum, gelmiyorsun anne..
Ve ben artık eve gelince zile basıp, bekliyorum,
Sonra anahtarımla kapıyı kendim açıyorum..
Üşüyorum anne..
Ve son sözün çınlıyor kulaklarımda
“Nefes alamıyorum oğlum”
“nefes alamıyorum oğlum”
Nefes alamıyorum anne..
Osman Coşkun
Osman Coşkun – Muharrir Seyyah
Yorumlar
Yorum Yaz