Edirne'den Mimar Sinan, Hacı Bayram Veli, Hasan Sezai, Mısri Niyazi ve Atatürk'e Uzanan Bir Hikaye

Edirne'den Mimar Sinan, Hacı Bayram Veli, Hasan Sezai, Mısri Niyazi ve Atatürk'e Uzanan Bir Hikaye

Yazıya nasıl ve ne şekilde başlayacağımı inanın bilmiyorum. Lâkin bu anlatacağım konuyu uzun zamandır kafamın içerisinde dolandırıp duruyorum. Devamlı surette bu konu beni meşgul ediyor. Konumuz Edirne, malumunuz ben Edirneliyim, aslen Keşanlıyım da Edirneliyim yani sonuç itibariyle. Hâl böyle olunca muharrirseyyah.com’un içerisinde de şimdiye kadar bu tarz gezi yazıları yazmadığımdan mütevellit böyle bir yazıyla buna başlayayım dedim. Gerçi bu bir gezi yazısı olmayacak. Zamanında ta Osmanlı zamanlarında yaşanmış ve günümüze kadar anlatıla gelmiş bazı hikayeleri birbirine bağlayarak tek başlık altında anlatmaya çalışacağım. Anlatacaklarımın gerçekliği hususunda kendimce bir malumatım olsa da ben tarihçi değilim, şairim ve Fuzuli’nin şu sözünü kulak arkası etmeden yazıyı okumaya çalışın; “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır.”

16 Ocak 2023 günü Edirne’de doktor randevum vardı. Bazı özel durumlar nedeniyle aylık olarak rutin kontrollerim var. Gel gelelim ben her zamanki rahatlığım yüzünden saat tam 13.00’da Edirne otogara indim, saat 13.10’daki randevuya geç kalmayayım diye de taksiye bindim. Zira randevu yeri Eski Devlet Hastanesi olarak gözüküyordu ve eski devlet hastanesi de çarşı merkezdedir, bilenler bilirler. Keşan’dan Edirne’ye 90 TL’ye gidip, Edirne otogardan eski devlet hastanesine taksi ücreti olarak 95 TL verdim. Bunu niye anlattım bilmiyorum. Neyse ki randevuya yetişmiştim. Amacım aslında o gün daha erken gidip randevu saatine kadar Edirne’yi gezmekti. Defalarca gezmiş olmama rağmen Edirne’ye her gittiğimde ayrı bir hayranlık hissi uyanıyor bende. Edirne’de yaşayanlar bunun farkında mı bilmiyorum, ama Edirne’nin başka bir atmosferi var. Edirne’de huzur buluyorum ben. İster bunu manevi değerlere dayandırın isterseniz de neye dayandırırsanız dayandırın.

Bildiğiniz üzere Edirne İstanbul fethedilene kadar Osmanlı’nın Başkentiydi. Hâl böyle olunca da Osmanlı mimarisini gözler önüne seren pek çok eser Edirne’de mevcut. Edirne’nin taşı toprağı tarih. Her karışı ayrı bir anı hatıra barındırıyor. Açık söylemek gerekirse, ben Edirne’de dolaşırken orada yaşamış, oradan gelmiş geçmiş olan insanların hatıralarına saygısızlık etmemek için attığım adımlara bile dikkat ediyorum.

Sultan 2. Selim zamanında Mimar Koca Sinan tarafından Selimiye Camisinin inşasına başlanıyor bildiğiniz üzere. O mimar ki, bugün bile günümüz teknolojisinin el verdiği imkanlara rağmen yaptığı eserlerle her birimize büyük dersler veriyor. İstanbul’da inşa ettiği bir yapının taş kemerine 400 yıl sonrasına mektup bırakacak zekada bir dahi. Restorasyon çalışmaları esnasında taş kemerin nasıl yapılacağını bilmeyen uzman kişiler, kemerin kilit taşını çekmekle işe koyuluyorlar. Çektikleri o kilit taşın içerisinde bir cam şişe, cam şişenin de içinde Osmanlıca bir not. Hemen Osmanlıca bilen birini buluyorlar ve günümüz Türkçesine çevirtiyorlar yazıyı. Diyor ki Koca Sinan; bu notu bulduğunuza göre bu kemerin ömrü tamamlanmıştır. Burada kullandığımız taşların ömrü 400 yıldır, şuradan şuradan getirdiğimiz taşları kullandık. Ona göre düzenlemesini yapın diye 400 sene sonrasına öğütler veriyor. Herkesler hayretler içerisinde.

Sonra Süleymaniye Camisi, Kanuni Sultan Süleyman adına yine Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. Bir gün Koca Sinan hakkında Padişah’ın kulağına çeşitli dedikodular gidiyor. Diyorlar ki; “Mimar Sinan çalışmıyor, caminin kubbesinin altında oturmuş nargile keyfi yapıyor.” Bu dedikodular iyide iyiye yayılmaya başlayınca, Padişah kalkıyor gidiyor Koca Sinan’ı görmeye. Bir bakıyor ki, gerçekten de Sinan Caminin kubbesinin altında nargile keyfi yapıyor. Yani ilk görüşte öyle anlaşılıyor. Koca Padişah tabii sinirleniyor. Poe’nun bir sözü var sıklıkla kullanıyorum ben yazılarımda; aynen öyle: “Gördüklerinizin yarısına inanın, duyduklarınızın hiçbirine.” Neyse Mimar Sinan’ın yanına giden Kanuni “ne yapıyorsun sen burada” diyor. Koca Sinan Padişaha bakarak, “caminin akustiğini ayarlamaya çalışıyorum Padişahım” diyor. Gerçekten de Süleymaniye Camisinin akustiği muazzamdır.

Sonra 2. Selim zamanında da Edirne’ye ustalık eserim dediği Selimiye Camisini inşa ediyor. Sırlarına hala erilememiş muazzam bir yapı olarak bütün heybetiyle Edirne’ye daha siz girerken sizi karşılıyor. Öyle bir yere konumlandırıyor ki Camiyi, Edirne’nin neresinden bakarsanız bakın mutlaka görüyorsunuz. Edirne’ye fakülte istikametinden girişinizde aslında dört olan minarelerin sadece iki tanesini görebiliyorsunuz. O minarelerin her birinin üçer şerefesi var mesela, fakat üç kişi aynı anda çıkmasına rağmen bir birlerine denk gelmeden ayrı yollardan şerefelere çıkabiliyor. Diğer yandan harç olarak kullandığı malzemenin içerisine de yumurta akı koyduğu biliniyor. Bir gün bir heyet Selimiye Camisinin zemininin yumuşak olmasından dolayı yıkılabilir kanaatine varıyorlar. Minareleri sağlamlamak için kelepçeler takılmasına karar veriliyor. İşlemler başlıyor, fakat gördükleri şey karşısında şaşkına dönüyorlar, Koca Sinan ta o zamanlardan düşünmüş bizim bugün akıl ettiğimiz şeyi, o kelepçeleri koymuş oraya iyi mi? Caminin çeşitli noktalarına da deve kuşu yumurtası koydurtuyor. O da ne alaka diyor insan ilk duyduğunda, deve kuşu yumurtası olan yere örümcekler ağ örmezmiş, sırf bu sebepten o deve kuşu yumurtalarını koydurtuyor.

Günün birinde Selimiye Camisini ziyaret eden bir Japon Mühendis turist, ayakları kıbleye bakacak şekilde yere uzanmış, adeta hipnoz olmuş bir şekilde Caminin kubbesine gözlerini kırpmadan bakıyor. Bunu gören görevliler yahut işte bazı vatandaşlar, burasının bir ibadethane olduğunu, ya ayakta durması gerektiğini ya da oturması gerektiğini söyleyerek uyarıyorlar. Japon arkadaş kubbeden gözlerini ayıramayarak, "bu kubbenin hiçbir destek olmadan bu şekilde durması imkansız, bu bir mucize diye" sayıklıyor sadece.

Selimiye Camisinin yapılacağı alanda Lale Bahçesi olduğu söylenir. Bu lale bahçesinin sahibi ters bir insandır ve alanı vermek istemez. Bunun üzerine benim de anılmamı sağlayacak bir şey yapmanız koşuluyla alanı veririm der ve ikna olur. Mimar Koca Sinan da müezzin mahfilinin mermer direklerinden birine o arsanın sahibine işaret olarak lale motifi işlenmesini emreder. Bir rivayete göre, başlangıçta lale motifi düz bir şekilde yapılmıştır, ancak süreç içerisinde ters dönmüştür. Bunu görenler de o alanın sahibinin tersliğine yormuşlardır bu durumu.

Selimiye Camisinin benim üzerimdeki etkisini anlatabilmem için yeterli Türkçeye vâkıf değilim. Her bir konuda ahkam kesen ben, söz konusu Selimiye Camisi olunca kifayetsiz kalıyorum. Ben ki, Kâbe’ye gitmiş, yerinde görmüş ve etrafında tavaf etmiş biri olarak söylüyorum, teşbihte hata olmaz Kâbe’deki maneviyattan yüksek bir maneviyat ve huzur ile doluyorum Selimiye Camisini her ziyaret ettiğimde. Selam olsun Koca Sinan’a…

Ha burada şunu da belirtmeden geçmeyeyim. Beni ziyadesiyle meşgul eden bir diğer konu da Muradiye Camisidir. 2. Murat tarafından yaptırılmıştır ve mimarının kim olduğu konusunda herhangi bir bilgi bulunmuyor ne yazık ki. Gidip görmediyseniz, mutlaka ziyaret etmelisiniz. Beni asıl meraklandıran ve buraya çeken şey ise, Muradiye Camisinin bahçesinde bulunan Mevlevihane. Şuanda Mevlevihane yerinde yok. Kimin tarafından yıktırıldığı, neden yıktırıldığı konusunda çeşitli rivayetler var. Bu konuyla ilgili olarak detaylıca bir araştırma yapıp bu yazıda komple anlattıklarımı da kapsayacak bir roman yazmayı planlıyorum önümüzdeki süreçte. Bunu yaklaşık 4-5 senedir düşünüyorum da. Üşengeçliğimden midir bilmem bir türlü üzerine yoğunlaşamadım. Kitap olarak olmasa da burada yani muharrirseyyah.com ‘da  bölümler halinde tefrika ederim. Ama dediğim gibi teferruatlı bir çalışma yapmam lazım.

Gelelim 2. Murat dönemine. Edirne Başkent. Mehmet daha çocuk. Padişah’ın kulağına bir söylenti geliyor ve bu söylenti her geçen gün yayılarak büyüyor. Ve padişah huzursuz oluyor. Söylenti de şudur; Ankara’da Hacı Bayram Veli adında bir zat varmış, her geçen gün tebaasını büyütmekteymiş, padişaha başkaldıracakmış. Bu söylenti üzerine padişah emir telakki ediyor ve iki tane askeri Ankara’ya gidip bu zatı almaları üzerine yolluyor. İki asker at tepesinde Ankara’ya kadar gidiyorlar. Bu sırada olanlardan maneviyatta kendisine ilham olan Hacı Bayram Veli hazretleri yanına en sevdiği öğrencisi olan Akşemseddin’i de alarak, “misafirlerimiz var” deyip, Sincan’a doğru yola çıkıyorlar. Hacı Bayram Veli’nin asıl endişesi padişahın askerlerinin olay çıkarması ve kendisine bağlı öğrencilerinin askerlere müdahalede bulunabilecekleri düşüncesi. Tam Sincan girişinde padişahın iki askeri Hacı Bayram Veli ve Akşemseddin’e denk geliyorlar. Askerler Bayram Veli’ye dönerek; “İhtiyar burada Hacı Bayram diye biri varmış, biz onu ararız, nerededir, bilir misin?” derler. Hacı Bayram Veli tebessüm ederek, “aradığınız kişi benim evladım, geleceğinizden haberdardık, biz de sizi karşılamaya yola çıktık, buyurun gidelim” der. Askerler şaşkın bir şekilde; “ihtiyar şakanın sırası değil, durum ciddidir, bu adamı padişahımız huzuruna beklemektedir.” deyince. “Evladım, aradığınız kişi benim, buyurun gidelim, cihan padişahımızı bekletmeyelim,” der demez. Askerler nasıl bir yanlışın içerisinde olduklarının farkına varırlar. Atlarından inip, “lütfen siz buyurun, biz bilemedik sizin hâlinizi, af buyurunuz” diyerek özür dilemeye başlarlar. Bu şekilde Gelibolu üzerinden Edirne’ye doğru geçerlerken, Gelibolu’da Ahmed-i Bican ve Mehmed-i Bican kardeşleri ziyaret eder Hacı Bayram Veli. Askerler durumun hiç de anlatıldığı gibi olmadığını anlamışlardır. Hiç seslerini çıkarmazlar. O sırada iki kardeş, şuanda da Gelibolu’da ziyarete açık olan Çilehane’de çile çekmektedirler. Mehmed-i Bican 7 senede yazdığı Muhammediye adlı eserini Hacı Bayram Veli hazretlerine göstermiştir. 7 sene boyunca o Çilehane’de çile çekmektedirler. Günlerini birkaç zeytin tanesiyle geçirmişlerdir. Hacı Bayram Veli, kitabı görünce, “ah be evladım bununla geçireceğin zamanı Allah’ı anmak ve anlamakla geçirseydin ya” deyince, Mehmed-i Bican’ın bir “ah” çektiği ve o “ah” ile kitabın açık olan sayfasının simsiyah olduğu anlatıla gelir. Tabii o sohbette başka neler konuşuldu kim bilir, bu konuda bir malumatım yok maalesef.

Hacı Bayram Veli, Akşemseddin ve iki Osmanlı askeri yollarına devam ederler Keşan üzerinden. Edirne’ye vardıklarında doğruca Saray’a Padişah’ın huzuruna çıkarılır Hacı Bayram Veli, Padişah Bayram Veli’yi gördüğü gibi yaptığı yanlışı anlar ve ayağa kalkarak, “efendim bendeniz aciz bir kulum, kusuruma bakmayın, dolduruşa geldim, sizi de buralara kadar yorduk” minvalinde şeyler söyler. Hacı Bayram Veli’nin büyük bir zat olduğunu anlamıştır 2. Murat. Zira kendisi de beşeri ilimlerin yanı sıra manevi ilimler tahsil etmiştir.

Akabinde sohbete başlarlar. Günlerce sohbetler ederler. Hacı Bayram Veli’nin namı hemen civarda yayılır. Duyan Edirne’ye gelmektedir. Her hafta Cuma günleri özellikle bir camide vaazlar vermektedir, ilim anlatmaktadır Hacı Bayram Veli hazretleri. Ancak özellikle Ulu Cami’de (Eski Cami) her hafta Salı günleri sadece kadınlara özel sohbetler vermeye başlar. Eski Cami’de Hacı Bayram Veli’ye ait kürsü hâlâ durmaktadır. Eski Cami’de aynı zamanda Hacer-ül Esved taşından kopan ve Edirne’ye getirilen bir parça da bulunuyor. Ziyaret ettiğinizde mutlaka Eski Cami’yi de ziyaret buyurun.

Bu şekilde 6 ay kadar Edirne’de kalan Hacı Bayram Veli bir gün Padişah 2. Murat ile sohbetleri esnasında Padişah gönüller sultanı Hacı Bayram Veli’ye İstanbul’un fethi için planlarından bahseder ve bize nasip olacak mı diye de ekler. O dönemde daha kundakta bebek olan Mehmet de odadadır ve Hacı Bayram Veli birkaç dakika sessiz kaldıktan sonra, Mehmet’i kucağına alarak. “Padişah’ım, İstanbul’un fethi ne size nasip olacak, ne de bana görmek nasip olacak. Ancak İstanbul’un fethi bu kundaktaki Muhammed’e ve bizim Akşemseddin’e nasip olacak” der. Ve İstanbul’un Fatihi olacak olan Mehmet’e hocalık vazifesi Akşemseddin’e verilmiştir. Akşemseddin Edirne’de kalacak ve Mehmet’e hocalık yapacaktır.

6. ayın sonunda Hacı Bayram Veli Padişah’tan müsaade isteyerek, “ben artık Ankara’ya döneyim” der. 2. Murat’ın bütün ısrarlarına rağmen kalmayı kabul etmez. Hacı Bayram Veli’ye hediye olarak bir sürü paketler hazırlatmıştır. Lakin gönüller sultanı Hacı Bayram hiçbirini kabul etmez; “Fakire fukaraya dağıtın hepsini” der Padişah diretir, “o zaman siz bir şey isteyin, emir buyurun” deyince. Dayanamaz ve Padişah’ım şu vergilerden “bizim tebaayı muaf tutsanız, zira vergiler yüzünden halk belini doğrultamaz hâle gelmiştir” diye sözünü tamamlar. Padişah bu sözü emir telakki eder ve Hacı Bayram Veli’ye intisap edenlerden vergi alınmaması hususunda emir verir. Ve Hacı Bayram Ankara’ya döner.

Ankara’ya döner dönmez, öğrencileri tarafından hasretle kucaklanır ve vergiden muaf olayı gündem olur. Bunu duyan herkes, kadını erkeği Hacı Bayram Veli’ye intisap etmeye koşarlar. Neredeyse Ankara’nın tamamı hatta yakın iller ilçeler akın akın Hacı Bayram Veli’ye koşmaktadır. Durum zıvanadan çıkmıştır. Padişah haber gönderir gönüller sultanına. Buna bir hâl çare bulmak lazımdır diye düşünür. Bir gün büyükçe bir çadır kurulmasını emreder Hacı Bayram Veli ve çadırın önünde durur ve ahaliye seslenir. “Ey cemaat, dün gece mana aleminde, bana intisap edenlerden kurban etmem istendi, gönüllüler arıyorum. Var mı içinizde bana Allah için boynunu verecek olan” diye sözünü tamamlar. Ahaliyi bir telaş kaplar. Mırıldanmalar, uğultu şekline dönüşmeye başlamıştır. İçlerinden bazılarının Hacı Bayram Veli için delirmiş bu şeklinde söylendiği bile olur. O esnada bir karı koca el ele koşarak Hacı Bayram Veli’nin yanına varırlar. Ahali şaşkındır. Hacı Bayram Veli çadırın içerisine alır karı kocayı. Çadırın içerisinde bir koç vardır ve o koç kurban edilecektir ve kurban işlemi gerçekleştirilir. Koçun başı kesilince çadırın altından aşağıya doğru süzülen kanı gören ahali kaçışmaya başlar. Büyük feryat figan ile kaçar herkes. Sadece çok yakınındaki öğrencileriyle o karı koca kalmıştır Hacı Bayram Veli’nin yanında. “Ya işte bu kadarmışız” demek ki diye söylenerek. Padişah’a bu şekilde haber salar.

Gel zaman git zaman. O zamanlar Bursa’da bulunan Mısri Niyazi hazretleri.zamanın Padişahı 2. Ahmed'in daveti üzerine Edirne’ye dervişleriyle beraber gelir. Mısri Niyazi büyük velilerdendir. Edirne’ye gelmiş olduğunu duyanlar ve özellikle de Selimiye’de vaaz edeceğini işitenler Edirne’ye akın etmeye başlar. Çevre ilçelerden, köylerden, kasabalardan duyan koşar. Selimiye Camisi’nin içi dolar, avlusundan sokaklara kadar taşar kalabalık. Osmanlı Devleti’nin durumundan rahatsız olan Mısri çok sert bir vaaz verir. Bu durum bazılarını rahatsız eder ve Padişah’a başka şekilde lanse edilir. Karar kesindir. Mısri derdest edilerek Limni Adasına sürgüne gönderilecektir. Bu sırada yaşı 75’tir Mısri Niyazi’nin. Ayağına bukağılar vurulur. Limni Adasına aşinadır. Daha önce de orada sürgün hayatı yaşamıştır.

Mısri’nin içerisinde bulunduğu aracın peşinden önce kendi dervişleri sonra bütün Edirne halkı koşmaktadır. Bu yanlış karardan vazgeçilmesi gerektiği de diğer taraftan söylenmektedir. O sıralarda Şeyh Ali Gülşenî ve Hasan Gülşenî ile karşılaşırlar. Kalabalıktan ne olup bittiğini öğrenen Ali Gülşenî; “Koş evladım, o mübareğin arabasına yetiş, önüne yatıp durdur ve nazarını celalden, cemale çevir.” der Hasan'a. 

Derviş Hasan Gülşenî koşar arabaya yetişir ve arabayı durdurur. Ve Mısri'ye hocasının nasihat ettiği üzere yalvarmaya başlar. Arabanın camından başını uzatan Mısri Niyazi arabadan atlayıp, yerde ayaklarına kapanan Hasan’a der ki; “Evladım, bizim öfkemiz devam etseydi, Edirne’nin altı üstüne gelirdi.” Ve bir mezar taşının baş tarafını tutup hafifçe sallar, o esnada tüm Edirne sallanır. Ve derviş Hasan’a kalk yerden sen yüksek makamlara sezâsın” der. Ondan sonra da Hasan Sezai olarak tanınır olur Edirne’de. Bu büyük mutasavvıf Hasan Sezai’nin kabri de Edirne’de bulunmaktadır.

Mısri Niyazi Limni Adasına götürülmek üzere Gelibolu’ya getirilir ve burada şu sözler ağzından dökülür: “Osmanlı’nın inkirazı (çöküşü) için dördüncü kat semâya bir kazık çaktım. Bu kazığı benden başka kimse çıkaramaz.” Ve bugün Yunanistan sınırları içerisinde kalan Limni Adasında da defnedilir. Ölüm tarihi 17 Mart 1694’tür. Süreç içerisinde neler mi olur?

Yıl döner dolaşır 18 Mart 1915’e gelir. İngiliz Agamemnon zırhlısı Çanakkale boğazına girer. Mısri Niyazi’nin ölüm yıl dönümünden bir gün sonra olmasına dikkatinizi çekmek isterim. Agamemnon zırhlısı Mecidiye tabyasına ölüm kusar; ancak Çanakkale’yi geçemez. İsabet alıp geri çekilirler. Birinci dünya savaşı sonunda ateşkes isteyen Osmanlı Devleti ile İtilaf devletleri arasında 30 Ekim 1918’de Limni Adasında Niyazî-i Mısri’nin gömüldüğü yere bakan Mondros Limanında Agamemnon zırhlısında yapılan antlaşma ile Osmanlı’nın inkirazı (çöküşü) tescil edilir!

Sonra neler mi olur? Kuvâ-yi Milliye diye bir oluşum memleketi kurtarmaya soyunur. Başında da Mustafa Kemal vardır. Yunanlı araştırmacı Christos Retoulas Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tasavvuf piri, efendisiydi. Atatürk Melami idi” diye bir şey ortaya atıyor. Olay da burada başka bir boyuta taşınıyor. 

Şimdi döndün dolaştın konuyu nasıl buraya getirdin diyeceksiniz, biliyorum. Şöyle izah etmeye çalışayım. Tasavvufta, özellikle Melamilikte belirli makamlar vardır. Fena makamları ve Beka makamları olmak üzere ikiye ayrılır bu makamlar. Çok detaylara girmeyeceğim. Merak edenler araştırıp öğrenebilirler. Araştırmanızı da tavsiye ederim.

Mısri Niyazi ne demişti; “Osmanlı’nın inkirazı için dördüncü kat semâya bir kazık çaktım, onu benden başka kimse çıkaramaz.” Peki tasavvufta daha doğrusu Melamilikte dördüncü kat semâ neyi temsil ediyordu. Cem makamını. Cem makamı neydi? Cem makamında kişi “ben” dediğinde, kendisinden “ben” diyenin bizatihi Hak olduğunu dile getirmiş oluyordu. Hallac-ı Mansur’un En-el Hak demesi gibiydi olay. Yani Niyazi orada “ben çaktım” derken, Niyazi’den konuşan Vahdet-i Vücut inancında da bu böyledir, ondan konuşan Hakkın bizatihi kendisidir. Buraya kadar her şey anlaşıldıysa gelelim konunun Atatürk ile ne ilgisi olduğuna. Mustafa Kemal bu durumdan haberdardır ve ciddi manada tasavvuf eğitimleri almıştır. Bu konuyla ilgili de tonlarca kaynak var okuyabilirsiniz. Mustafa Kemal’in şu sözünü hatırlatmak isterim: “Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okuma bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir.” Yine Mustafa Kemal Atatürk imzası ile her yerde gördüğümüz “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü de Üçüncü Devir Melami Piri, Pir Seyyid Muhammed Nur-ül Arabi hazretlerine aittir.

Şimdi gelelim Mısri Niyazi ile Atatürk arasındaki bağlantıya. Tasavvufta bahsettiğim bu Cem makamı Hakkın bizatihi kişiden zuhur ettiği makam olduğu kabul ediliyor ve Mustafa Kemal’in de bu tasavvuf yolunda tek bir ders aldığı o dersin de Cem makamı olduğu ileri sürülüyor. Yani Niyazi’nin dördüncü kat semâya çaktığını söylediği kazığı yine kendisiyle aynı makamda olan Mustafa Kemal çıkarıyor. Hem de cevaben de 30 Ekim Mondros antlaşmasından bir gün önceki tarihi seçiyor. 29 Ekim’de Cumhuriyet’i ilan ediyor ve dördüncü kat semâdaki o kazık yine aslında bizatihi Niyazi’nin eliyle çıkarılmış oluyor. Çünkü her iki el de Hakkın eli. Aslında ortada bir ikilik yok. Biz şaşı olduğumuz için iki görüyoruz.

Osmanlı’nın kuruluşu Şeyh Edebali’ye dayanır ve Osmanlı’nın İslam anlayışı Vahdet-i Vücut temellerine dayanır. Tapduk Emre’ler, Yunus Emreler, Hacı Bayram Veliler, Hacı Bektaş-i Veli vesaire hep bu ekole mensupturlar. Hepsini açın okuyun, hepsi aynı şeyden bahseder. Ne zaman ki Osmanlı bu anlayıştan uzaklaşmıştır. Çöküşü başlamıştır. Bir büyük Velinin bedduası ile de son bulmuştur. Akabinde kurulan Cumhuriyet’in temelleri de bu Vahdet-i Vücut anlayışına dayanmaktadır. Bu konularla ilgili detaylı bilgiler istiyorsanız, Abdülbaki Gölpınarlı hocanın bütün kitaplarını okumanızı salık veririm. Zira Türk-İslam sentezi bugün bize dayatılan Arap-Vahabi anlayışıyla taban tabana zıttır. İslam demek Araplaşmak demek değildir. Atatürk’ün yapmaya çalıştığı da buydu kanaatimce. Çünkü püsküllü delinin ve etrafındaki birkaç kendini bilmezin anlattığı gibi camiler falan kapatılmamış. Bilakis müsebbibi olduğu ve istediği şuydu halkın inandığı dini kendi dilinde okuması ve anlamasıydı. Kuran’ı Türkçeye çevirtmesinin arkasında yatan gerçek neden de buydu. Ezanın Türkçe okutulmasının gerçek sebebi de buydu. Bu da başka bir yazının konusu olsun. Sözü kısa kesmek gerek vesselam…

Buraya kadar okuduysanız, sizi de gözlerinizden öperim. Saygı, sevgi ve muhabbetle…

img

Osman Coşkun

Yorumlar

img
Site Logo

Ben Osman Coşkun. Yazmak ve gezmek benim için hayatın kendisi. Seyahat etmek, yeni yerler keşfetmek, farklı kültürleri deneyimlemek, beni heyecanlandıran ve ilham veren bir tutku. Muharrirseyyah.com'da, seyahat tutkumu paylaşarak insanları gezip görmeye teşvik etmek ve yolculuklarına rehberlik etmek istiyorum. İçeriklerimde, deneyimlerimi, gezi ipuçlarını, seyahat önerilerini ve kişisel hikayelerimi aktarıyorum. Sizleri, yazılarımda yer alan dünyayı keşfetmeye davet ediyorum. Her adımda yeni bir macera, yeni bir keşif ve unutulmaz anılar var. Haydi, yazın ve gezin, dünyayı keşfetmek için benimle birlikte yola çıkın!

İletişim Bilgileri

Keşan Merkez EDİRNE/KEŞAN

osmancoskun@muharrirseyyah.com 0542 714 51 86