
Kimse kimseyi sevmiyor, ama herkes herkesle samimi ya da yanlış çağda yaşamanın stresi içindeyim...
Efendim merhabalar.
Bugün 27 Ocak 2023. Saat an itibariyle 21.40
Bu gün ve saat yazmamın sebebi bundan birkaç sene sonra dönüp baktığımda almış olduğum mesafeyi görebilmek adına, kendime nottur sadece. Bir anlam ihtiva etmemektedir.
Burası bildiğiniz üzere benim kişisel mecram. Kişisel blog demek, kişisel düşünceler, kişisel deneyimler vesaire anlatılan web sitesi demek zaten. Weblog teriminin kısaltılmışı yani “blog” web günlüğü anlamına geliyor Türkçe karşılığı olarak.
Şimdi arkadaşlar öncelikli olarak burada anlatacaklarım kimilerini rahatsız edecek, bazılarını kızdıracak, belki bir kısım da bana küsecek, inanın zerre kadar umurumda değil. Kim ne düşünürse düşün, kim ne derse desin inanın hiç umursamıyorum artık. Ben bildiğim yolda, kendime gösterdiğim hedefe durmadan yürüyeceğime ant içtim. Bu uğurda da gecemi gündüzüme katıp kendime bir alan yaratıp, o alan içerisinde yaşamanın hayali ve gayesi peşindeyim.
Bu biraz kısa öz geçmiş hikayesi gibi bir yazı olacak, yani kafamda kurguladığım şeyleri tam manasıyla yazıya dökebilirsem, sonucun öyle olmasını ümit ediyorum. Şimdi müsaadenizle birkaç alıntı paylaşacağım akabinde anlatmak istediklerimi bütün samimiyetimle anlatacağım.
İlk alıntı yönetmen Onur Ünlü’den; “İyi ki üzdüler. Bir şeylerin farkına vardım, insanları tanıdım, iyiyi kötüyü gördüm sonra olması gerektiği gibi davrandım değiştin dediler. Kimse kimseyi sevmiyor, ama herkes herkesle samimi.” Yönetmen ismiyle Onur Ünlü şair ismiyle Ah Muhsin Ünlü imzasıyla dolaşıyor bu söz ortalıkta, gerçekten kendisi böyle bir kelam etmiş midir bilmiyorum, ama bu kelamı etme potansiyeli çok yüksek bir abimizdir kendisi. Onun için adıyla alıntıladım.
Sıradaki alıntı Mustafa Devati hazretlerinden: “Eğer hala kızıyorsan, kendin ile olan kavgan bitmemiş demektir. Eğer hala kırılıyorsan, gönül evinin tuğlaları pekişmemiş demektir. Eğer hala kınıyorsan, düşüncelerin yeterince berraklaşmamış demektir. Eğer hala karşılıksız sevmiyor ve sevginde ayrım yapıyorsan, hala akıl ve mantığını kullanıyor, içindeki sevginin boyutlanmasına engel oluyorsun demektir. Eğer hala ben demekten vazgeçmiyorsan, dizginlerin hala nefsinin elinde ve sen bu esarete boyun eğiyorsun demektir. Ve eğer hala şikayet ediyorsan, hakikati göremiyorsun demektir.”
Ben bunları kendime yazıyorum da siz de üstünüze alınmak isterseniz alınabilirsiniz. Devam edelim alıntılara;
Sıradaki altın Fernando Pessoa’nın “Yaşam Kuralı” başlıklı yine şahsıma söylediği 10 maddelik kurallar bütünü onlar da şöyle;
- Mümkün olduğunca az sırrını aç. Hiç sır vermemek en iyisi, ama her şeye rağmen içini açıyorsan, söylediklerin yanlış ya da belirsiz olsun.
- Mümkün olduğunca az düş gör; tabii düşün doğrudan hedefi bir şiir ya da edebi bir üretimse, bu hariç. İncele ve çalış.
- Mümkün olduğunca kanaatkâr olmaya bak; bedenin kanaatkârlığından önce ruhun kanaatkârlığı gelsin.
- Basitçe nezaket göstererek nazik ol; kendini ele verme, tinin mahrem yaşamına bağlı problemleri doludizgin tartışma.
- Konsantre olmayı öğren, iradeni çelikleştir, kendinin gerçekten bir güç olduğuna içten inanan bir güç haline gel.
- Ne kadar az gerçek dostun olduğuna dikkate al; çünkü pek az insan gerçek dost olabilir.
- Sessizliğinde gizlenen her şeyden zevk almaya çalış.
- Küçük işlerde, evdeki ya da işteki önemsiz şeylerde hızlı davranmayı öğren; kendi yaptığın işte hiç gecikme kabul etme.
- Yaşamanı bir edebiyat eseri gibi düzenle ve mümkün olduğunca bütünlüklü kıl.
- Katili katlet!
Mühür gibi nasihatler değil mi? Evet, kesinlikle öyle! Boynumda kolye, kulağımda küpedir nicedir.
Devam edelim, Maksim Gorki “Ana” romanında 1906 yılında bakın ne diyor; “İnsanların ruhunu öldürüyorlar anne. İşte cinayet bu. Utanılacak bir cinayet. Bir takım silahlar çıkartıyorlar, insanları öldürüyorlar ve bunu yapanlara devlet diyorlar. Evlerine, sosyal statülerine, paralarına hiçbir zarar gelmesin diye garip insanları harcıyorlar. Anlıyorsun beni değil mi anne? Halkın ruhunu kurutuyorlar ve hiçbir şey anlamaz hale getiriyorlar.”
Ve asıl idealimi Ömer Lütfi Mete ortaya koyuyor, diyor ki üstat; “yazsam okusam, okusam yazsam biri devamlı çay verse bana…”
Devam edeyim altınlarla; bu hikayenin kahramanları kimlerdir bilmiyorum. Yıllar önce bir yerde okumuş da aklımda kalmış, ama her bir şeyi çok güzel özetliyor, buyurunuz hikaye şöyle; “Bir yazar dostumla sohbet ediyoruz. Bana karşı binayı gösterdi. Bak buradaki adamın Range Rover jeepi var, kardeşinin Mercedes’i, babasının BMWX6’sı en az 1 trilyonluk arabaları var ve bunlar iki yıl önce iflas etmişlerdi. Şimdi yine durumları iyi. Adam tuvalet kağıdı işi yapıyor. Aslında ikimiz de aynı işi yapıyoruz, ikimiz de kağıt işindeyiz. Ben kağıdın üzerine bir şeyler yazıp satıyorum, o boş kağıt satıyor. Benim kapıda aküsü boşalmış aylardır çalışmayan bir arabam var onun 6 tane lüks otomobili. İkimiz de aynı ülkede, aynı mahallede, aynı sokakta, aynı sektördeyiz. Ama ben beyne hitap ediyorum o göte. Buradan şunu anlamalıyız ki; bu ülkedeki göt sayısı beyin sayısından çok oldukça bu devran değişmez!”
Ve her şeye rağmen Sünbülzâde Vehbî efendi uzatıyor kafasını kapı aralığından sesleniyor bana usulca, diyor ki; “Germ ü serdine bakılmaz bu yalan dünyanın, Eyleme vaktini zâyi deme kış yaz, oku yaz.”
Ve sonra Reşat Nuri Güntekin çıkageliyor; “Memleketin” diyor, “ancak okuyup yazmakla kurtulacağına inananlardanım” diyor.
Ve sonra da Pablo Neruda şöyle giriyor söze; “Aklı başında bir insan için şair olmak ne kadar zorsa, şair için de aklı başında olmak o kadar zordur.”
Tanpınar durur mu, durmaz o da girer söze; “Sonra yavaş yavaş mantığım değişti. Hatta dünyaya bakışım, eşyayı görüşüm, insanları anlayışım değişti. Vâkıa bunlar bir günde olmadı. Hatta çok güçlükle ve adım adım oldu. Hatta çok defa bana rağmen oldu. Fakat oldu.”
Dostoyevski eksik kalır mı? Hiç olur mu öyle şey, her şeyden evvel ve mutlaka Dostoyevski her zaman söz söylemelidir ve sözleri kulağa küpe, boyna kolye yapılmalıdır, bakınız ne diyor üstat; “Kitaplar bana zevk, heyecan, ıstırap veriyordu. Okumaktan başka yapacak işim, gidecek tek yerim yoktu, çünkü çevremde saygıya layık, beni kendine çekebilecek bir meşguliyet bulamıyordum.”
Benimle aynı gün yani 25 Şubat doğumlu olan Sabahattin Ali ise duygularıma tercüman olurcasına giriyor muhabbetin ortasına, oturuyor mihenk taşına ve diyor ki; “Muhitimden uzak duruşumun, vahşiliğimin bir sebebi de kitaplarda tanıştığım ve benimsediğim insanları muhitimde bulamayışım değil miydi?” Ve devam ediyor; “Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım.”
Bir de kendime çok yakın bulduğum bir diğer isim filozof Arthur Schopenhauer’dir. O da 22 Şubat doğumludur. Benim yıllar önce yazdığım bir kelam vardı: “İnsan mutlu olmaz. Mutlu rolü oynar sadece. Mutlu olunmaz zaten, mutlu hissedilir. O bir andır. Gelir, geçer. İnsan mutlu olsun diye yaratılmamıştır. Onu arasın diye yaratılmıştır.” 2018’de yazmıştım ben bu kelamı. Sonra Arthur Schopenhauer okumalarına başladım şöyle diyordu üstat: “Doğuştan gelen tek bir yanılgı vardır. O da mutlu olmak için burada olduğumuzu sanmamızdır.” Daha önce Arthur Schopenhauer hiç okumamış olmama rağmen ortak paydada buluştuğumuzu görünce de kendimce mutlu olmuştum.
Ve Arthur Schopenhauer ekleyerek devam ediyor sözlerine; “İnsanın içindekini dışarıdakine feda etmesi, sukûnetinin, boş vaktinin ve bağımsızlığının bütününü yahut büyük bölümünü, makam mevki, şan, şöhret, unvan ve ihtişam için kurban etmesi muazzam bir budalalık örneğidir.”
Akabinde Jiddu Krishnamurti kardeşim Osman diye dahil oluyor muhabbete iyi mi? Ve başlıyor anlatmaya; “Hayatın tamamını anlamalısın, sadece küçük bir parçasını değil. İşte bu nedenledir ki okumalısın, bu nedenledir ki göğe bakmalısın, bu nedenledir ki şarkı söylemeli, dans etmeli, şiirler yazmalı ve acı çekmeli ve bütün bunların yaşam olduğunu anlamalısın.”
Horatius’u bilir misiniz? Benim bir ara sosyal medya hesaplarımda ve diğer blogların başında bir sözü vardı Horatius'un ne diyordu orada; "Ne gülüyorsun, anlatılan senin hikayendir." Bakın Maecenas’a yazdığı mektubunda verdiği tavsiyede neler söylüyor; “Onlar mutluluklarını boş vakitlerinin karşılığında kazanırlar; fakat asıl arzu edilen şeyi, yani boş vaktimi feda etmek zorunda kaldıktan sonra bana o mutluluğun ne faydası vardır ki?”
Ve benim şuanda içinde bulunduğum durumu özetleyen alıntı da Hakan Günday’dan geliyor, yemin ediyorum tam olarak böyleyim şuanda, bakınız; “Üzeri notlarla dolu kâğıtlar, boş ve dolu defterler, asla kapanmayan bir bilgisayar, sürekli dumanı tüten bir kül tablası, soğuk bir kahve kupası, bitmiş ve bitmemiş kalemler, birkaç kitap kulesi… Yazdıkça üzeri kalabalıklaşan bir masa… Ta ki bana yer kalmayana kadar.”
Ulan aslında bambaşka bir şey anlatacaktım, konu gene nerelere geldi. Ama bana sorarsanız iyi de oldu. Sevdim ben bu işi. Yani sevdiğim adamlarla sohbet etme işi çok hoşuma gitti.
Son sözü Cahit Zarifoğlu’na bırakayım da gideyim; “Halk aşksızsa, sokaklar banka dükkânlarıyla doludur.” Her şeylerin özeti de tam olarak budur!
Ve son olarak kendime not, çünkü dediğim gibi bu yazıda çok başka şeyler anlatmayı falan düşünüyordum ama, iyi yere evrildi yazı. Diyorum ya hep öğretmek için değil, öğrenmek için yazıyorum diye, neler öğrendim neler bu yazıdan, öğrendiğimin özeti şu cümlede saklıdır efendim, buyurunuz; “Kahveni alıp yazı yaz. Bırak kim ne bok yerse yesin.”
Veee;
“Kimsenin iç alemine karışma, kimseyi iç alemine karıştırma. Kimseye iç alemini açma. Gizli tut. Yan ama tütme!”
İbn-i Haldun
Haydin kalın sağlıcakla…
Ve benim hayatımın özeti Murat Menteş’in su satırlarında gizli; “Yanlış çağda yaşamanın stresi içindeyim.”
Tamam bu sefer vallah bitti, öperim gözlerinizden. Selametle…
Osman Coşkun – Muharrir Seyyah
Yorumlar
Fulya Gökalp
Yine çok keyifli bı yazıydı. Bitmesin istedim. Emeğine ve kalemine sağlık..
Yorum Yaz