
Oğlum ben çok tatlı birisiyim aslında...
“Devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın. Yürüyüşün farklı olur. Bakkala, manava başka türlü davranırsın. Bunun için kimse sana puan yazmaz tabii ama anlarlar. Orada birisi farklı yürüyordur.”
Kazım Koyuncu
“Asıl hapishane insanın kafasında yarattığı hapishanedir. Hayatı sınırlayan hapishane odur ki, ilk fırsatta yıkılmalıdır. Dünyayı daha iyi kavrayabilmek için.”
Yılmaz Güney
“Devrimin yasası, mevcut yasaların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki akımı boğmadıkça başladığımız devrim ve yenilik, bir an bile durmayacaktır; bizden sonraki dönemlerde de böyle olacaktır.”
1923 (İsmail Arar, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı, s. 56)
Ve Atatürk’ün Türk Devrimi ve ilkelerinin doktrine dayanması görüşüne verdiği cevap:
- O zaman donar kalırız.
(Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk’ün İdeolojisi, Milliyet gazetesi, 13. XI. 1970)
“Arkadaşlar, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimler için aydınlığın ve aydının yoluna gideceğiz; hedef ve hünerimiz, okumamış kitleyi de aydınlatarak yolumuzda yürütmek ve onu aydınlığa çıkarmaktır. Cumhuriyetimizi, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak isteğimizi köstekleyecek herhangi bir referanduma gitmek, yalnız bilmezlik değil, hıyanet olur. Yüzde seksenine okuma yazma öğretilmemiş bir memlekette devrimler halk oylamasıyla olmaz!
1934 (Baki Vandemir, Yerli yabancı 80 imza Atatürk’ü anlatıyor, s. 172)
Ve son alıntı olarak Friedrich Nietzsche’den bir alıntı paylaşıp asıl anlatmak istediğim konuya geçeceğim izninizle, bakınız ne diyor Nietzsche;
“Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!
Şimdi müsaadenizle anlatmak istediğim konuya geri döneyim. Bu yazı ya da işte hikaye geçen gün paylaştığım “Benim dayım mafya” başlıklı yazının ya da işte hikayenin devamı niteliğinde, öncelikli olarak bunu belirterek başlamak istiyorum. İkinci olarak da şunu belirtmek istiyorum. Ben burada genel itibariyle kendi başımdan geçen, okuduğum, araştırdığım ve kendime dert edindiğim şeyleri anlatıyorum. Bu anlatma ihtiyacı bende öteden beri var size tarih verdim 8 Aralık 2003’ten beri yazıyorum. Sabahattin Ali’nin dediği gibi: “Çevrem beni tatmin etmediği sürece onlardan uzaklaşmaya ve beni doyuran kitaplara dönmeye mecburum. Dünyada bana 'Ne istiyorsun? ' diye sorsalar hiç düşünmeden vereceğim cevap şudur: 'Anlaşılmak istiyorum.’ Emin olun benim de bundan farklı bir amacım yok. Kendimi konuşarak anlatamadığım için yazmayı tercih ettim ve çoğu yazımı da büyük bir özenle hazırlamaya gayret gösteriyorum. Öncesinde okuduğum kitaplardan aklımda kalanlar olduğu gibi, unuttuğum, hayal meyal anımsadıklarımı da hangi kitapta olduğunu bildiklerim oluyor, genelde altını çizdiğim şeylere vurgu yapmak istediklerimi de burada alıntı şeklinde paylaşmaya özen gösteriyorum. Mesela dünkü yazıyı yazmam tam 3 saatimi aldı. Yazıyı yazmak için bilgisayar başına oturup son düzenlemesini yaptığım zamana kadar geçen süre 3 saat. Yani ciddiyetle üzerine eğiliyorum ve bir hata yapmamaya özen gösteriyorum. Size yanlış gelen tarafları olabilir anlattıklarımın, bunları da küfür ve hakaret etmeyecek şekilde bana iletebilirsiniz. İletişim bölümünde telefon numaralarım mevcut. Yorum kısmından da yazabilirsiniz, yorumlarınız benim onayıma düşüyor, şayet hakaret ve küfür içermediğini görürsem beni çok sert bir şekilde eleştirmiş dahi olsanız yorumlarınızı yayımlıyorum. Sansürcü bir yapıya sahip değilim. Mesela geçenlerde bir arkadaşım bir yazıya yorum yapmış. Benim gözümden kaçmış. Telefondan ulaştı “niye yorumum görünmüyor” diye. Yönetim paneline çok sık girip bakmıyorum, gördüğüm anda da onaylıyorum yorumlarınızı bilginiz olsun. Siz de her türlü kanaldan bana ulaşabilirsiniz. Bunlardan yana sıkıntı yok. Kaçak değilim, göçek değilim. İstediğiniz her an bana ulaşabilirsiniz.
Hep diyorum, bütün yazılarımda, sohbetlerimde dile getiriyorum. Benim bir derdim var ve bu dert benim kişisel derdim olduğu kadar aynı zamanda da toplumsal bir dert olarak gördüğüm şeyleri kaleme almaya çalışıyorum. Bu anlattıklarımı da birileri okusun istiyorum hâliyle. Daha önce hiç yapmadığım bir şey yaptım birkaç yazımda. Özellikle Facebook’ta kendime yakın gördüğüm kişileri etiket yaptım. Bu sabah uyandığımda Facebook üzerinden mesaj geldiğini gördüm, “beni, benimle alakası olmayan şeylerde etiketlemeyin” yazmış arkadaşın biri. Kendisini şahsen tanımıyorum. Sosyal medyadan, onun da ötesinde sahibi olduğu kendi şahsi blogu sayesinde tanıyorum. Dünkü yazıda “seçimleri bırak” yazısında bahsettiğim ben bu milleti sevmiyorum sözünün tam karşılığı gibi bir mesajdı benim için. Zira mesaj atarak kendinizi yormanıza gerek yok. Çok basit bir yolu var, etiketi kaldır seçeneği var, onu yapabilirsiniz, bu birinci yöntem. İkincisi de şudur; arkadaş listemden çıkar ve kişiyi engelle, bu iş bu kadar basit. Ben işte 2017’de yazmaya ara verdim demiştim ya bir yazımda, o zamanlar “ben kime ne anlatıyorum, hiç kimsenin hiçbir şey umurunda değil, bırak oğlum yazmayı zaten okumuyorlar” diyerek yazmaktan vazgeçmiştim. Uzunca da bir süre pek bir şey yazmadım. Bu dünya için bir kayıp mı? Yok değil. Kimsenin de hiçbir şey umurunda değil. Benim yazdıklarımdan fikirlerimden rahatsızsanız, beni takipten çıkarsınız olur biter.
Neyse, sinirlenmeyeceğim. Size inat, size rağmen, ben yazmaktan vazgeçmeyeceğim. Her nasıl ki, Yılmaz Güney hapiste yatarken üretmekten vazgeçmediyse, her nasıl ki Nâzım Hikmet hem hapisteyken hem sürgündeyken yazmaktan vazgeçmediyse, her nasıl ki Ahmet Kaya söylediklerinden geri durmadıysa. Her nasıl ki, diğer bütün üstatlar yaptıklarından ve yapacaklarından geri durmadıysalar, ben de bu yolda bildiklerimi anlatmaktan, başımdan geçenleri anlatmaktan geri durmayacağım. Çünkü benim başımdan geçenler, her birimizin ortak paydası. Ortak bir paydada buluşuyoruz. Siz bunun farkında değilsiniz. Her şeyi şahsi algılıyorsunuz. Ben toplumcu bir adamım, aynı zamanda gerçekçi de bir adamım. Ama Arif Damar üstadın dediği gibi; “toplumcuyum, gerçekçiyim, ama toplumcu gerçekçi değilim.”
Yapmaya çalıştığım, daha doğrusu yazarken varmaya çalıştığım noktayı Yılmaz Güney’in bir anısı üzerinden anlatayım:
Bildiğiniz üzere Yılmaz Güney çoğu filmini çekeceği yeri öncesinde kafasında tasarlar, sonra da ekibi toplar ve gittiği yerde bir çadırı vardır. Kafasındaki sahneleri o çadırın içerisinde yazar ve çıkar oyunculara anlatır, çoğu filmini böyle çekmiştir. Bir gün yine yanlış hatırlamıyorsam Adana’nın bir köyünde film çekimi için gitmişlerdir, eşi Fatoş Güney de beraberindedir. Fatoş Güney hemen şalvar giyer, başına da bir yazma bağlar, o şekilde dolaşmaya başlar. Yani köylüler gibi giyinmiştir. Fakat Yılmaz Güney tam tersini yapmaktadır. O zamanlar bir Mercedes’i varmış, onunla köye gidiyor, viski içiyor falan. Bu durum Fatoş Güney’i rahatsız ediyor. Uyarıyor Yılmaz Güney’i. Köylüler gibi olmasını salık veriyor, Yılmaz Güney de eşinin yüzünü avuçlarının içine alarak gözlerinin içine bakarak, “güzelim bizim yapmak istediğimiz onların bizim gibi olmasını sağlamak, devrimin amacı budur. Yoksa ben onlar gibi olacaksam bunca tantananın ne alemi var. Biz onların seviyesine inmeyeceğiz, onları bizim seviyemize çıkaracağız.” Tam olarak böyle değilse bile buna benzer şeyler söylüyor Fatoş Güney’e.
Kendi penceremden söyleyeyim benim de amacım budur! Bundan sonra yazarım, kimseye de yollamam, okumak isteyen girer okur. Ben ne yapayım ki daha yani. O hep bahsettiğim kendi yaşamım içerisinde kurmak istediğim “komün” yaşamı kuracağım kendime ve kendime bir mağara yaratacağım, o mağaranın içerisine de kimseyi almayacağım.
“Homo homini lupus est” yani “İnsan insanın kurdudur” anlamında bir söz vardır, bu söz; “Homo homini lupus est” şeklinde ilk olarak, milattan önce üçüncü yüzyılda yaşamış Romalı ozan ve oyun yazarı Titus Macchius Plautus tarafından kullanılmış olmakla beraber, Thomas Hobbes'un tasvir ettiği insan doğasını ifade etmek için kullanılan Latince bir deyimdir. O bu deyimi hangi anlamda kullanmıştır bilmiyorum, lakin ben insan insanın kurdudur lafını insan insanı yer bitirir, anlamında almak istiyorum. Meyvenin içerisindeki kurt misali.
Sigara içiyorum, özellikle yazarken daha da fazla içiyorum. Bırakmayı düşünüyorum, ama başaramıyorum. Sonra da diyorum ki oğlum sen Türkiye’de yaşıyorsun. Bu ülkede yaşamak sigaradan daha zararlı. Hele bu hiçbir şey bilmeyen, daha da kötüsü bir şey bilmediğini de bilmeyen bir toplumun kıskacında kalmış gibi hissediyorum kendimi. Ciddi manada deliriyorum, çıldırıyorum. Aklım almıyor. Sırf bu sebepten dolayı olduğunu düşündüğüm kafamda saç kıran çıktı, sonra bıyıklarım dökülmeye başladı. Çok samimi olarak söylüyorum ben ülkenin genel gidişatından son derece rahatsızım ve bu rahatsız oluş beni strese sokuyor. Çünkü elimden bir şey gelmiyor. Bu elimden bir şey gelmiyor oluşu da beni ziyadesiyle yoruyor. Edirne’de doktor kontrolüm vardı dedim ya geçtiğimiz yazıda, psikolojik destek alıyorum. Vallah çok kişisel belki bu konular ama, burası kişisel blog madem, ben burayı bir anlamda da günlük olarak düşünüyorum. Diğer yandan da anlatarak daha doğrusu bu şekilde yazarak kendimi motive etmeye çalışıyorum. Hayata tutunmaya çalışıyorum. Hani bir söz var, kimin olduğunu bilmiyorum sosyal medyada sıkça karşılaşıyorum: “başkalarının hayatını o kadar merak ediyorsanız, roman okuyun” diye. Ha işte benim yapmaya çalıştığım o işte. Yani yapmaya çalıştığım şey şu, ben başımdan geçen bir olayı anlatırken, benim yazdığım yazıyı okuyan birinin belki de benim yaptığım o hatayı yapmamasına ön ayak oluyorum. Bilemiyorum ki benim yazdıklarımdan ne anlıyor. Mevlâna’nın çok güzel bir sözü var; “karşındakinin anladığı kadarsın” diye. Gerçekten öyle. Sen ne bilirsen bil, karşındaki kendi süzgecinden geçirdikten sonra, ne anlamak istiyorsa onu anlıyor. Yukarıda yazının en başında Yılmaz Güney’in bir alıntısını paylaştım. Öncelikli olarak kafalarımızın içerisindeki hapishaneyi yıkmamız lazım. Her şeye nötr bakabilmemiz lazım. Ben bunu böyle biliyorum ama belki böyledir diye olabilirtesine bakmamız lazım. Akademik bir kariyerim olmadı. Mevcut eğitim sisteminin durumu ortada. Çok şükür paramı kazanıyorum. Daha önce de başka yazılarımda bahsettiğim üzere annemin duasını yaşıyorum. Sayhan abi kadar oldum işte Çevre Sağlığı Teknisyeniyim ve işimi de severek yapıyorum. İnsanlara faydalı olabildiğim zaman kendimi huzurlu hissediyorum, onun da ötesinde devletin bana ödediği maaşı hakkettiğim düşüncesi vicdanımı ziyadesiyle rahatlatıyor. Rahmetli annem üniversiteyi bitirmemi de çok istemişti. Kocaeli Üniversitesini bırakıp geldiğimde çok üzülmüştü. Sonra işe girdim, ekmeğimi elime alınca sevindi. Dışarıdan okumaya çalışıyordum, ama kafamı bir türlü derslere veremiyordum. Annem bu durumu da kafasına takıyordu tabii ben de: “Sayhan abin kadar ol diye dua etmeseydin madem, sağlık ocağına gidiyorsun doktorları görüyorsun falanca doktor gibi ol diye dua etseydin ya anne, ben senin duanı yaşıyorum, onun için de üniversite bitmiyor” diye takılıyordum. O dönemlerde kafamı oldukça fazla siyasetle meşgul ediyordum. Bir şeyleri değiştirebileceğimize bütün kalbi duygularımla inanıyordum. Ders kitaplarını okumak zor geliyordu, ama mesela başka bir kitabı oturup geceden sabaha kadar okuyup bitiriyordum. Devamlı okuduğum bir dönem oldu hayatımda. O dönem benim için çok kıymetlidir. Bir de ben bir şeyleri yapmak zorunda olduğum zaman yapmıyorum. Öyle bir özelliğim var. Mesela Kocaeli Üniversitesinde okurken, Namık Kemal’in “İntibah” romanını ödev olarak vermişti hoca. Sınavda da romandan sorular soracağını söylemişti. Okumadım kitabı. Sınavda da hiçbir şey yapamadım tabii. 0,7 almıştım Edebiyat dersinden. O 7 puanı da adımı soyadımı doğru yazdım diye verdi hoca herhalde bilmiyorum. Aynı dönemin İngilizce sınavından 97 almıştım. Dalga konusu olmuştu bu durum, o dönemler şiir yazmaya yeni yeni başladığım dönemler. Oğlum sen İngiliz edebiyatçısı mısın falan diye bayağı taşak mevzusu olmuştu bu durum. Hatta o kadar ki, edebiyat hocası şimdi ismini hatırlamıyorum odasına çağırmıştı beni, “neden böyle oldu” diye, ona da aynısını söyledim, “hocam ben bir şeyi yapmak zorunda olmaktan nefret ediyorum, onun için de romanı okumadım” dedim. Sonra da oturdum İntibah romanını birkaç saatte okudum, iyi mi? Ben de böyle bir manyağım işte neylersiniz! :)
Sonraki sınavda normal sorular sordu, edebiyatla ilgili yani, “50 al geçireceğim seni” demişti, seviyordu herhalde beni bilmiyorum. 50’nin üzerinde bir not aldığımı hatırlıyorum da tam olarak aklımda yok şu an.
Bu yazının konusu çok başka bir şey olacaktı aslına bakarsanız ama, uzadı gitti. Kusuruma bakmayın. O yukarıdaki alıntılar çerçevesinde şeyler anlatacaktım. Daldan dala atladım.
Döneyim asıl konuya. Vallah dediğim gibi kusura bakmayın, ben burada böyle kafama ne istersem yazacağım. Madem kişisel blog, yapıştırıyorum aklıma ne gelirse. Gelişine vuruyorum. Amacım sizlerle samimi bir bağ kurmak ve bu bağı büyütmek, geliştirmek ve size bir nebze de olsa dokunabilmek için yazıyorum. Söylediklerim, anlattıklarım kati surette doğrudur iddiam kesinlikle yok. Lakin yayımlamış olduğum kitaplar başta olmak üzere, hem bu blog nezdinde hem de bundan önceki bloglar nezdinde söylüyorum, çok güzel geri dönüşler aldım. Benim söylemem üzerine gidip bir filmi izleyen, benim tavsiye etmem üzerine merak edip gidip o kitabı alan okuyan ve bana ulaşıp başka kitap öneriniz var mı diye soran onlarca insan oldu ve olmaya da devam ediyor. Bir dönem Keşan’da ve bölge genelinde çok hızlı siyaset yaptım, daha doğrusu yaptık. Çok kaliteli arkadaşlıklar edindim o dönemde. Ben siyaseti o zamandan beridir hep siyah bir set olarak tanımlarım. Lakin o dönemde benimle beraber olan benimle beraber hareket eden hiçbir arkadaşımı da yarı yolda bırakmadım. Mahkemede hakim karşısına da çıktık, polis merkezinde 7 saate varan ifadeler de verdik. Zamanın başbakanı Keşan’a geliyor diye sivil polis beni arayıp “evden çıkma, yoksa göz altına almak zorunda kalırız” diye uyardı. O dereceye varan bir siyasi mücadele, o dereceye varan bir inanmışlık. O dereceye varan bir başarabiliriz hissiyatı. Devrimi başardık mı? Pek tabii hayır, lakin şimdi arkama dönüp baktığımda o dönemde yanımda ve dahi yanımızda olan, o dönemler lise çağlarında olan o gencecik fidanların hepsi birer birey olmanın bilincinde ve her biri mesleklerinde çok iyiler. Hepsinin isimlerini teker teker anmak isterim ama, özel olacağı için onlar bende kalsın. Ben siyaset kurumunu bir okul olarak gördüm ve onun mücadelesini verdim. Yani pratikte birer partizan yetiştirmek değildi gayem. Zira siyasetin bir temele dayanması gerektiğini savundum, o zamanlarda da bunu savundum, şimdi de bunu savunuyorum. Siyasi partiler bu duruma böyle bakmıyor ne yazık ki, en azından bizim ülkemizde böyle yürümüyor işler. Gençlik kollarına bayrak, flama asan kişiler nazarıyla bakıyorlar. Ben öyle bakmadım. Yahu bu ülkenin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk bu ülkeyi gençlere emanet etmiş, bunun daha ötesi berisi var mı? “Gençliğe Hitabe”si var mühür gibi, Bursa Nutku var mesela o da mühür gibidir, bilir misiniz “Bursa Nutku”nu Atatürk’ün aşağıya bırakayım da okuyun:
“Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek”
Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir diyecektir”
Bursa Nutku bu şekilde. Atatürk’ün Bursa’da ayaklanma olması üzerine Bursa’ya gitmesi ve olayın akabinde akşam yemeğinde “Bursa Gençliği olaya müdahale edecekti ama, polise, zabıtaya ve işte efendime söyleyeyim adalete olan güveninden dolayı” gibi bir cümle kurmaya çalışan birine cevaben bu sözleri sarf ettiği anlatılır. İlk kez Rıza Ruşen isimli bir gazetecinin kitabında Bursa Nutku’ndan bahsettiği ve bu anarşiyi tetikler gibilerinden yasaklandığı hatta okuyanlara davalar açıldığı, bastırıp dağıtanlara yine aynı şekilde davalar açıldığı bilinen gerçekler arasında. Lakin yukarıda, yani yazının başında yapmış olduğum alıntı Mustafa Kemal Atatürk’ün bizatihi kendisine aittir. Tarihi ile beraber kaynak da belirttim. “Devrim yasası eldeki yasaların üstündedir” diye beyanatı var. Hâl böyle olunca Bursa Nutku’nu kim inkar ederse etsin, biz boynumuzda muska yaparak zamanında siyaset gömleğini giydik. Ha şuanda ben siyaset yapmıyorum. Atatürk’ün yine çok sevdiğim bir sözü var: “Devrimsiz geçen her gün vatana ihanettir.” diyor. Her şeyi geçtim koskocaman “Ey Türk Gençliği Birinci Vazifen” diye başlayan “Gençliğe Hitabe” var.
Bütün bunların ışığında biz bir şeyleri değiştirebileceğimizi zannettik. Ama olay o kadar komplike bir hâl almış ki, yani mevcut düzenin neresinden tutsanız elinizde kalıyor.
Yine yazının başında Atatürk’e sorulan Türk devriminin ilkeleri ve doktrini sorusuna verdiği cevap ortada, gayet net cevap veriyor: “O zaman donar kalırız” diyor.
Atatürk bize bir ideoloji bırakmadı. Atatürk benim manevi mirasım “Bilim ve akıldır” diye belirtmiş bir liderdir. Bakınız ne diyor tam olarak: “Ben manevi miras olarak hiçbir nas-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.”
Biz ne yaptık. Atatürkçülük diye bir şey uydurduk, bazıları kendilerine Kemalist dedi. Kemalizm lafzını ilk eden İngilizler, Kemalistlere yenildik diyorlar. Biz bunu alıp bir ideolojiye dönüştürüyoruz. Atatürk bir ideolog değildi. Böyle bir iddiası hiçbir zaman olmadı. Öyle yapıda birisi de değildi, öyle olsaydı zaten kendisini Padişah ilan eder, halife olarak da başa geçer gününü gün ederdi.
Yahu ölüm döşeğindeyken, doktorların tüm uyarlarına rağmen Hatay sorunu yüzünden hasta yatağından kalkıp 19 Mayıs 1938’de Ankara’daki törenlerden hemen sonra trenle Adana’ya giden bir adamdan bahsediyoruz. Bütün dünyaya buradayım, daha ölmedim mesajı vermek istemektedir. Hatay o zamanlar Fransa’nın sömürgesi, lakin Atatürk Hatay meselesi benim şahsi meselem diyerek olayın üzerinde ne kadar büyük ciddiyetle durduğunu tüm dünyaya göstermek istemektedir. Fransa olayın silahlı müdahaleye döneceğini sezinlemiştir. Nitekim Hatay önce bağımsızlığını ilan etti, akabinde de Misak-i Milli sınırlarına katılma kararı alarak Ana Yurda bağlanarak vilayet oldu.
Biz ne yaptık? Akıl ve bilim yolunu bir kenara bıraktık kusura bakmayın ama, Atatürk’ü anlamak yerine anmayı seçtik. 10 Kasımlarda çelenk koyunca ona olan bağlılığımızı gösterdiğimizi zannettik. Atatürk bunu istemiyordu ki.
Ben daha öncelerinde defalarca yazdım. Bu sadece Atatürk mevzusu da değil. İnsanların genel yapısında bu var maalesef.
Mesela mezhepçilik?
Efendim sen Alevisin, sen Sünnisin, efendime söyleyeyim Caferisin, osun, busun, bir ton tantana var ortada. Bunu diyenlere diyorum ki; “arkadaşım Hz. Muhammed hangi mezheptendi?” Cevap alamıyorum tahmin ettiğiniz üzere.
Mesela Hz. Ali!
Alevi miydi sizce? Böyle bir iddiası var mıydı peygamberin damadının? Hiç sanmıyorum. Yahu kelime-i tevhid ve kelime-i şahadet getiriyorsunuz! Anlamlarını hiç mi açıp okumuyorsunuz? Allah’ın bir ve tek olduğuna, Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ediyorsunuz! Tek Allah tek Peygamber ama binlerce farklı fraksiyon. Yok cemaatler, yok tarikatlar. Bakın arkadaşlar yok böyle bir şey! Kelime-i şahadet getirirken şahitlik ediyorsunuz, bu yalancı şahitliğe girmiyor mu? Yahu Allah aşkına açın Kur’an-ı Kerim’in Türkçesini okuyun. Onlarca ayette “düşünmez misiniz? Akletmez misiniz?” diye soruyor Allah. Hiç mi düşünmüyorsunuz gerçekten?
Sonra Mevlâna mesela, Mevlevi miydi sizce? Hiç öyle bir iddiası olmamış adamın yaşarken. Sonradan onun yolundan gidenler uydurmuşlar bu terimi. “Ben Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum” diyor daha Mesnevi kitabının girişinde. Sözün tamamı şu şekilde: “Ben yaşadıkça Kur`an`ın bendesiyim Ben Hz.Muhammed`in ayağının tozuyum, biri benden bundan başkasını naklederse, Ondan da bizarım, o sözden de bizarım, şikayetçiyim…” Yahu adam kitabında kendisi söylüyor, Kuran’ın bendesiyim diyor, Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum diyor. Gelin Mevlevi olun mu diyor? Hiçbir kitabında böyle bir şey yok. Hiçbir kaynakta da yok.
Atatürk de Atatürkçü olmadığı gibi Kemalist de değildi. Böyle bir dogma iddiasıyla yapmadı yaptığı hiçbir devrimini. Bunu da biz uydurduk.
Uydurma işini roman yazarlarına, şairlere bırakın.
Bakın çok severek okuduğum bir uydurukçu olan Alper Canıgüz kendisini nasıl tanımlıyor, bununla da birlikte bu yazıyı sonlandırıyorum. Normalde anlatmak istediğim başka bir şeydi, gene birisi gibi çok laf edip hiçbir şey anlatmadım gibi hissediyorum şuan kendimi. Alper Canıgüz’ü tanıtayım size bari faydalı bir bilgi vermiş olayım, kitaplarını okumanızı şiddetle tavsiye ederim:
“1969´da İstanbul´da doğdum. Çocukluğum Acıbadem´in çeşitli mahallelerinde, uydurduğum hikayeleri arkadaşlarıma anlatarak geçti. Kalan zamanlarımda da mahalle savaşlarına katılıyordum. Zannediyorum yalancı ve kötü huylu oluşum bundan ileri gelmektedir. 1980´de Dârüşşafaka´ya girdim. Orada, fazla konuşmak zayıf biri olduğunuzu düşündürebileceğinden hikayelerimi anlatmayı bırakıp yazmaya başladım. Bir ara Franz Kafka isimli şahsiyetin benim kadar iyi uydurabildiğini fark edip küçük bir hayal kırıklığı yaşadım. Ama çabuk toparlandım. Ne de olsa ben daha gençtim ve o ölmüştü. Boğaziçi Üniversitesi´ndeki Psikoloji eğitimim bana Japon bıldırcınlarından pek de akıllı sayılamayacağımızı öğretti. Otuz yaşına geldiğimde, başladığım bir romanı nasıl olduysa bitirebildim: 'Tatlı Rüyalar, psiko-absürd romantik komedi.' Bugünlerde 11 aylık kızım Ada´yla birlikte yeni romanım üzerinde çalışıyoruz. Jules Verne, Michel Zevaco, Dostoyevski, Calvino, Nabokov ve Fowles hayatımın farklı dönemlerinde beni etkilemiş, büyük uydurukçulardır.”
Bu tanım tam olarak bana da uymaktadır. Anlattıklarımın hiçbirisi aslında yaşanmamıştır, yaşanmışsa bile belki hepsi bir rüyadır yahut ona benzer bir şeyler.
Bir sonraki uyduruk yazıda görüşmek ümidiyle, öperim gözlerinizden…
Osman Coşkun – Muharrir Seyyah
Kapak fotoğrafında kullandığım görsel karikatürist Yiğit Özgür'ün bir karikatüründen alıntıdır.
Yorumlar
Yorum Yaz