
Öncelikle belirtmem gerekir ki, benim dayım mafya....
“Sanatın politikayla hiçbir ilgisinin olmaması gerektiği fikrinin kendisi de politik bir tutumdur”.
George Orwell
“Yazmak istiyorum, çünkü ortaya çıkarmak istediğim bir yalan, dikkat çekmek istediğim bir olgu var ve başlangıçtaki kaygım, sesimi duyurmak.”
George Orwell
“Dünyada barışı sağlamak isterseniz politikacıları öldürün yeter. Halklar birbirleriyle anlaşır.”
Bernard Shaw
Aslına bakarsanız bugün yazmak için kafamın içerisinde dolanıp duran başka bir konu vardı. Lakin az önce Facebook hesabımdaki bir paylaşımın altına, tanımadığım biri tarafından anlamsız bir yorum yapıldı. Merak edenler girip bakabilirler. Onu burada etiket etmeyeceğim, çok da önemli değil. Zira kendisi benim paylaşımım altına yaptığı yorumda Nâzım Hikmet ile ilgili saçma sapan şeyler söylemiş. Ben de arkadaş listemde var mı la bu herif diye girip bi bakayım dedim, üç gün önce de Nâzım Hikmet’in doğum günüydü ya, onu kutlamış. Abimizin kafasının karışık olduğu kanaatine vararak, bu konun üzerinde çok durmadım.
Gelelim asıl konuya, öncelikle belirtmem gerekir ki, benim dayım mafya…
Şaka la şaka, yok öyle bir şey. :) bazen ciddi manada düşünüyorum acaba benim kafacığımda var mı diye :)
Yazının başında yaptığım altınlardan ne anlatacağıma dair az çok fikir sahibi olmuşsunuzdur kanaatindeyim. Şimdi film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçecek şeyler anlatacağım ve bunların gerçekliğine dair elimdeki tek delil benim hafızam. Belki gerçekten yaşanmıştır, belki de şimdi hepsini ben uyduruyordum, bilmiyorum. Hadi başlayalım, alın çayınızı kahvenizi…
Yıl 2000. Orta okuldan yeni mezun olmuşum. Ve önümde iki seçenek var. Ya polis olacağım ya da sağlıkçı. Çünkü her ikisinin de sınavına müracaat etmiştim ve polislik sınavları İstanbul’da yapılacaktı, Sağlık Meslek Lisesi sınavı Edirne’de. Annem rahmetli “seç bir tanesini” dedi. Sağlık Meslek sınavını tercih ettim niyeyse. Niyesi sonradan ortaya çıkacak. Bu hikayeyi daha önce yazdım mı hatırlamıyorum. Bu aralar o kadar çok şey yazdım ki, hepsini aklımda da tutamıyorum artık. Sanırım yavaştan yaşlılığa doğru adımlar atıyorum. E malum, yolun yarısını geçeli iki sene oldu. Bir ay sonra 37 olacağız. Bundan sonra da daha neler yaşayacağım kim bilir. Son zamanlarda bildiğiniz üzere memurlara sakal bırakma serbestliği getiren bir düzenleme oldu mevcut kararın üstünde. Artık memurlar olarak her gün sakal tıraşı olmak zorunda değiliz. Sağ olsun bir psikiyatr hekim dava açmış ve kazanmış, olayın akabinde de işte sakal serbestliği geldi. İyi de oldu 15 senedir her gün tıraş olmaktan ciddi manada gına gelmişti. Ben lise dönemlerimde falan, mezun olduktan sonra da, ben masa başı iş yapamam kafasındaydım. Döndük dolaştık memur olduk. Memurluğun başlarında uzunca da bir süre masa başı memurluğu yaptım lakin şimdi tam olarak kendi mesleğimi yapmıyor olsam da, kadro olarak Sağlık Memuru olarak çalışmaktayım. Hikaye burada başlıyor işte. Rahmetli annem öyle çok hastalanan, her hafta hastaneye giden bir insan değildi. Tek bildiği doktor, o zamanlar aile hekimlikleri yoktu. İlçe sağlık müdürlüğü de Sağlık Grup Başkanlığı olarak geçiyordu. Yani sizin anlayacağınız sağlık ocağındaki doktorlara, öyle ayda bir falan ağrı kesici falan yazdırmaya giderdi. Ölene kadar da bu hep böyle oldu. Doğru düzgün bir kere hastalandı. Onda da ölüm annemi bizden aldı. Yattığı yerde huzurludur umarım.
Şimdi annem bu her sağlık ocağına gidip geldiğinde bizim akrabalardan biriyle evli bir abi vardı. O abiyi orada görür, eve geldiğinde de her defasında “Sayhan abin kadar olsan yeter be kızanım” derdi. Bu aklınızın bir köşesinde dursun. Gel zaman git zaman, sağlık meslek lisesi sınavları açıklanmıştı. Uzunköprü Hüseyin Çorum Sağlık Meslek Lisesini kazanmıştım asil olarak. Aynı zamanda da Gökçeada Öğretmen Lisesini kazanmıştım. Annem “adaya göndermem ben seni, kışı var fırtınası var gelemezsin her istediğinde olmaz” diyerek mührü koydu. El mahkum kalktık gittik Uzunköprü’deki liseye kaydımızı yaptırdık. Hiçbir şeyden haberdar değilim. Sağlık meslek nedir? Ben neci olacağım? Hangi dersler var? Mezun olunca ne olacağım? Diyorum ya, hiçbir fikre sahip değildim. Annem ve babam da değildi en nihayetinde. Neyse gittik okula kaydımızı yaptırdık döndük. İlk bir ay kadar sabah gidip akşam Keşan’a döndüm. Ev bulamamıştık. Sonra ev bulundu, eşyalar falan taşındı yerleştik ettik. Okulun 4 yıllık olduğunu, okulun ilk günü öğrenmiştim. Birinci sınıfta 21 tane ders vardı. O duruma acayip canım sıkılmıştı. 21 tane ders ve derslerin birçoğunun adını ilk defa duyuyordum. Anatomi dersi, Gıda Sağlığı, Su bilgisi gibi dersler diyeyim siz anlayın işte. Okulun ilk günü öğrendiğim ikinci şeyse okuldan mezun olduktan sonra Çevre Sağlığı Teknisyeni olacağımdı. Çevre Sağlığı Teknisyenliği neydi? Nerede çalışırdı? Ne iş yapardı? Yemin ediyorum zerre bir şey bilmiyordum. Uzunköprü’yü sevmemiştim. Bütün arkadaşlarım Keşan’daydı. Benim ne işim var burada diyerek her gün annemin başının etini yiyordum. O da “sebat et oğlum” diyerek teskin ederdi beni. Her zaman olduğu gibi annem o zaman da haklıymış. Şimdi şimdi anlıyorum ve şimdi keşke diyorum, keşke şu günkü aklımla liseye tekrar başlasam da o günleri yaşasam tekrar. Şairin de dediği gibi; “biz büyüdük ve kirlendi dünya.”
Bu arada bu hikayeden daha önce bir yazımda bahsetmişim ama olsun burada devamını anlatayım. Zira niyetim lise hikayelerimi anlatmak değil. Lakin şunu söyleyeyim, ben annemin o zamanlar sağlık ocağına her gidip geldiğinde söylediği sözü bir duanın kabulüymüşçesine yaşıyorum şu an. Çünkü Sağlık Meslek Lisesinde okuduğum bölüm Çevre Sağlığı Teknisyenliğiydi ve ben Sayhan abinin Çevre Sağlığı Teknisyeni olduğunu sonradan öğrenmiştim ve şuanda da halihazırda Devlet Memuru olarak Çevre Sağlığı Teknisyenliği kadrosunda çalışıyorum. Ben annemin duasını yaşıyorum.
Lise döneminde, yani liseye ilk başladığım zamanlarda ufaktan ufaktan bir ülkücülük hayranlığım vardı. Ülkü ocaklarına falan hiç gitmedim. Benimkisi platonik sevdaydı. Öyle uzaktan uzaktan, bizden büyük olan ağabeylere özenirdim. Hepsi o kadar. Lise birin ilk döneminde, hem şehri, hem okulu, hem çevreyi tanımaya çalışıyordum. Hayatımda ilk defa Keşan dışında bir yerde bu kadar uzun süre geçirmiştim ve daha da geçirecektim. Baktım benim platonik olarak takıldığım ülkücülüğü kendisine bayrak yapmış abiler vardı, özellikle üst sınıflarda. Ben zaten o zamanlar ülkücülüğe hayranlık duyuyordum ama, ailem falan öyle ülkücü falan değildi. Babamın babasını hiç hatırlamıyorum ben doğmadan 6 sene önce ölmüş. Annemin babası koyu bir Karaoğlan aşığıydı. Köyevindeki duvarda Atatürk ile birlikte Ecevit fotoğrafları vardı. Hiç unutmuyorum.
Günler günleri kovaladı, yavaştan ortama alışmaya çalışıyordum. Derken bir gün bir ülkücünün başka bir ülkücüyü dövdüğünü gördüm. Bana da bir iki diş geçirmeye çalıştılar ama ben kendimi yedirmedim. Bir şekilde üste çıkmayı başardım. Sonradan anladım ki bunlar da kendi aralarında gruplaşmışlar. Bi zıpçıktı tayfası var bir de adam gibi adam olan bir tayfa var. Onlar da ülkücüler ama ne kadar ülkücüler onlar da bilmiyor aslına bakarsanız. Laf ola beri gele işler. Ama benim beynimde depremler olmaya başlamıştı. Keşan’dan uzak olmam. Evde bir dönem annemle kaldıktan sonra yalnız kalmaya başlamıştım. Bu süreçte de kan kardeşim, öyle lafta değil, ilkokulda bileklerimizi keserek kan kardeşi olduğum kardeşim Aytekin Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’nde okuyordu. O da solcu olmuş. Ben o zamanlar bunları öğrenebileceğim bir ortamda değilim. Sağlık Meslek Lisesinde benim gözümde herkes ülkücüydü. Çünkü sağlık bakanlığı o dönemde MHP’nin elindeydi. Sağlık Bakanı da Osman Durmuş idi. Derken bir akşam Aytekin ile, hiç unutmuyorum Aytekinlerin evde oturuyorduk. Gizliden gizliye Ahmet Kaya dinliyorduk. Daha doğrusu o dinliyordu ben yeni yeni Ahmet Kaya’yı tanımaya başlıyordum. Yasaklı bu adam kanka diyordu Aytekin, onun için müzik setinin sesini kendimiz duyacağımız kadar açıyorduk, komşular duymasın diye. O gece Aytekin ile sabaha kadar konuştuk. Komünizm ne, faşizm ne, sosyalizm ne? Bütün bunların ortasında biz neredeyiz? Ne yapmamız lazım? Bu arada ben Ahmet Kaya şarkıları dinlemeye başlayınca iyiden iyiye kendimi kaptırmaya başladım. Çünkü biliyorsunuz ki Ahmet Kaya şarkılarının birçoğu şiirlerden bestelenmiştir. Benim edebiyatla tanışmam yani şiirle tanışmam Ahmet Kaya sayesindedir. Hep diyorum benim öğretmenim Ahmet Kaya’dır diye. Çünkü ben Nâzım’ı, Ahmed Arif’i, Hasan Hüseyin’i Attila İlhan’ı ve daha nicelerini hep Ahmet Kaya şarkılarıyla tanıdım. Sonra bir de Onur Akın dahil oldu. Yine onun da aynı şekilde şarkılarının büyük çoğunluğu şiirlerden bestelenmiştir. Şiir bestelemek dünyanın en zor işidir. Lakin o tanışıklıklar, benim şiir serüvenimin başlaması demekti. Ve siyasi görüşümün 180 derece dönüşmesi demekti. Burada araya not olarak gireyim, ben bu adamların şarkılarıyla şairlerle tanıştıktan sonra şiir yazmaya başladım ve süreç beni kitaplar çıkarmaya kadar götürdü ve bu sayede sevgili Tunay Bozyiğit ile Ahmet Can Akyol ile rakı içme şerefine nail oldum. Kim olduklarını araştırabilirsiniz bilmiyorsanız. Hatta Ahmet Can Akyol ile röportaj yapma fırsatı dahi buldum. Edebi Meclis’te yayımlamıştık.
Aynı dönemde Yılmaz Güney hayranlığı da başladı bende. Arkadaş filmini izliyordum. Filmin bir sahnesinde Yılmaz Güney Melike Demirağ’a Ahmed Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabını hediye ediyordu ve birkaç mısraını okuyordular o sahnede. Sene 2003 ya da 2004 olması lazım sevgili yayıncım patronum dediğim Şeref Kurtiş ile de tanışacağımız kitap fuarı gibi bir organizasyon olmuştu Keşan’da o yıllarda. O fuarda Ahmed Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim kitabını görmüştüm ve gördüğüm gibi de almıştım. Müthiş etkilenmiştim. Ahmed Arif ki, bir röportajında Türk siyasi tarihinin en çok işkence gören insanı olarak niteliyordu kendisini. Neler çektirdik bu ülkenin aydınlık yüzlerine. Yine aynı yıllara denk düşüyor, Musa abi diye biriyle tanıştım Uzunköprü devlet hastanesinde, Musa abi devlet hastanesinin ayniyatına bakıyordu. Beni de staj için onun yanına vermişlerdi. Musa abiyi çok sevmiştim. Hala daha çok severim. Çok karakterli adamdır. Duruşu nettir yani. Yaşıyorsa kulakları çınlasın, uzun zamandır haberdar değilim kendisinden. Ahmet Kaya şarkılarından adına aşina olduğum Nâzım Hikmet ile asıl tanışmam onun sayesinde olmuştur. Bana gazete kağıdıyla kaplanmış bir Nâzım kitabı hediye etmişti. Kitabın adı “Bu Memleket Bizim” idi. Neden gazete kağıdıyla kapladığını sorduğumda Nâzım’ın hayatını özet olarak anlatmıştı. O zamanlar tuşlu telefonlar vardı, şimdiki gibi böyle akıllı telefonlara daha geçilmemişti. Musa abinin tuşlu telefonunun ekranında adamın birinin fotoğrafı vardı. Bu kim abi diye sorduğumda CHE demişti. Hiç unutmuyorum dün gibi gözümün önünde. Musa abinin evindeydik. Sonra çıktık, ikinci bahar meyhanesi diye bir mekana gittik. Gel bir şeyler yiyelim dedi, Musa abi. Yemek yerken bir yandan da rakı içiyorduk. Benim dünyaya olan bakışım iyiden iyiye değişmeye başlamıştı. Sosyalist oluyordum galiba. Tam bilmiyordum tabii o zamanlar. Hoş şimdi ne kadar biliyorum orası da tartışılır.
Tuncel Kurtiz bir röportajında diyor ya; “ben bir komünistim, isteyen ne derse desin. Nedir komünizm acaba? Bir rüyadır. Ben bir rüya görüyorum. Birilerine benzemek için söylemiyorum. O benim rüyam, o benim cennet bahçem, orada insanlar eşit, orada insanlar özgür. Bir milyar insan açlıktan ölüyor bugün. Medeniyet, kapitalizm ve emperyalizm işte insanoğlunu bu noktaya getirmiştir. Petrol ve doğalgaz boruları kesildiği anda Avrupa ne olur acaba merak ediyorum! Ama Ortadoğu kan gölü içinde, bir milyon insan öldürüldü Irak’ta sadece, Afganistan’da ne oluyor kimse bilmiyor! Ben ne olabilirim başka, ben demokratım, ama komünist de demokrattır zaten, çünkü önce birey olmak gerekir, önce insandan yana olmak gerekir. Önce bütün dillere, bütün dinlere saygı göstermek gerekir. Adorno’nun o sözünü hiç unutmamak gerekir; “Anadili, insanın anavatanıdır.”
Rüyamdaki Türkiye tabii ki insanlarının özgür olduğu, eşit eğitimin sağlandığı, Evliya Çelebi’nin ilkokuldan itibaren üniversiteye kadar tarih dersinin yanında okutulduğu. Burhan Oğuz’un “Türkiye halkının kültür kökenleri”nin aynı şekilde ilkokuldan itibaren üniversiteye kadar ders kitabı olarak okutulduğu. Kimsenin kimsenin dinine karışmadığı, ama kimsenin kimseye de zarar vermediği özgür bir ülke diyorum. Böyle bir ülke yok. Ne Fransa, ne Almanya, ne İngiltere, ne Amerika. Yok böyle bir şey. Diyorlar ki; “beş parmağın beşi bir değil, ama bütün dinlerde öldürmeyeceksin” diyor. “Komşun açken sen tok duramazsın, utanır insan, ona yemeğinin yarısını vereceksin” diyor. Ama bunlar hiç olmuyor. İşte onların olmasını isterim.
Ortak çalışmayla hep beraber, ırk, dil, din düşünmeden. Önce Türkiye’mizde, sonra dünyamızda özgür, ileri bir toplum kurulabileceğine inanıyorum ve bunun böyle olmasını istiyorum. Gençlerde gene bir umut görüyorum. Karşı koyuyorlar çünkü. Karşı koymak güzeldir. Ben kendime bile karşıyım. Bir hikayeyle bitireyim sözümü diye devam ediyor Tuncel Kurtiz; “İrlandalının birisi büyük kıtlık günleri, İrlanda’dan ailesini bir tekneye yükleyip, yelken kürek, yeni kıta yeni dünya Amerika’ya yelken kürek gidiyor. Rıhtıma yanaştığı zaman soruyor. “Burada hükümet var mı diyor,” “var”diyorlar. “Ben muhalifim” diyor. Ben de muhalifim.” Muhalif olmak iyidir.”
Tuncel Kurtiz röportajını bu şekilde sonlandırıyor. Başka röportajında da diyor ki; “İki delikanlı (Yılmaz Güney’i kastediyor) iki genç komünisttik, hepimizde başka bir inanç vardı. Ülkemizi çok seviyorduk. Ha komünisttik, komünizmin ne olduğunu ne kadar biliyorduk? Ama şunu biliyorduk! Bir haksızlık vardı.”
Sonra Yılmaz Güney bir hikayesi yüzünden “Soba, Pencere Camı, İki Ekmek İstiyoruz” hikayesi yüzünden komünizm propagandası yapmak suçundan hakim karşısına çıkar. Ve suçu yüzüne okunur. Ben komünizm nedir bilmem diye savunur kendisini Yılmaz Güney, hakim de der ki; “biz sizin gibileri iyi biliriz, siz her şeyi bilirsiniz.” “O gün karar vermiştim” diyor Yılmaz Güney, “evet her şeyi, bilmeliydim.” Ve hapishane günlerinde hiç durmadan okumaya başlıyor ve hapishane ona okul oluyor. Romanlar, hikayeler, film senaryoları yazıyor.
Tüm bunları niye anlatıyorum. Osman Coşkun’un gelişim sürecini ve neler yaşadığını, yani bu ülkede neyin nasıl olduğunu, bir şairin ya da işte siz nasıl tanımlarsanız tanımlayın bir yazarın yahut ülkesini seven bir Türk gencinin nasıl evrildiğini ve devrim fikrinin beynine nasıl kazındığının hikayesini anlatmaya çalışıyorum.
En başta da dediğim gibi burada anlatılanlar belki yaşanmıştır yahut da benim beynimin bana oynadığı bir oyundur. Ama bildiğim bir şey var. Bir haksızlık vardı. Hikayeyi anlatmaya devam edeceğim, ama sıkmamak adına burada kesiyorum. Sadece şu kadarını söyleyeyim. Geçenlerde 2016’da çekilmiş sakallı bir fotoğrafıma denk geldim. Tek bir beyaz yokmuş sakallarımda. 30 yaşımdaydım o zaman. Şimdi 36 yaşımdayım. Sakallarımda hemen hemen hiç siyah yok gibi. Ahmet Kaya bir konserinde diyor ki; “36 yaşımdayım, insanın 36 yaşında sakalları bu kadar ağarır mı? Bunlar insanların sakallarını da ağartıyor arkadaşlar.”
Diyeceklerim şimdilik bu kadar. Devamını ne zaman yazarım, bilmiyorum. Muhtemelen yarın, belki yarından da yakın. Selamlar olsun…
Ha unutmadan şunu da söyleyeyim bu anlattıklarım hem ülkemizin özellikle 1950’den bu yana olan süreci hem de aslında olmasını istediklerimizin hikayesi olacak. Diğer yandan da benim kişisel hikayem ya da uydurduğum bazı şeyler. Daha başlamadık. Bu daha girişti. Öperim gözlerinizden.
Osman Coşkun
Yorumlar
Yorum Yaz