Sayıklamalar 1: Aşkın adı yok ya da Bin bir endişe

Sayıklamalar 1: Aşkın adı yok ya da Bin bir endişe

Aşkın adı yok

Ya da

Bin bir endişe

Osman Coşkun

2020

            Bin bir endişe. Nereye baksam her yerde tek gördüğüm endişe. Herkesin yüzünde sahipsiz bir bilmece. Huzursuzluk, mutsuzluk ve ne kadar kötü hissiyat varsa insanlığı buyruğu altına almış. Her şeyin olması gerektiği gibi olmaması, sahipsizlik, kendini hiçbir yere ait hissedememe ve bütün bunların toplamını yaşam döngüsü olarak düşünmek. Karamsarlık sarmış yurdu dört baştan. Kimsenin kimseye tahammülü yok. Herkes hüznün coğrafyasında yaşadığının farkında. Kan, gözyaşı, irin ve yaralar açılmış yürek denilen tarumar organın orta yerinde. Kimsenin bir çıkış yolu yok, aşkın adı yok. Sevgisizlik almış yürümüş, suç olmuş ilan-ı aşklar. Sarılmalar yasaklanmış, öpüşmeler müebbet hapse çevrilmiş. Yarı açık ceza evine dönmüş memleket, bir diğer deyişle üstü açık tımarhane. Herkes bir diğerine sebepsizce düşman. Nedensiz kavgalar, üstün körü selamlar, bir birini görmezden gelmeler. Adına ne dersek diyelim, sokaksız bir kedi herkes. Çöp bidonları belediye tarafından yer altına alındığı için, aç kalan kediler insanlara saldırmaya başlayacaktır. Her şey de tam olarak burada başlayacaktır. Çöp bidonlarının yerin altına alınacak olmasına çağımızda medeniyet denmektedir. Oysa medeniyet, nezaketle eş değerdir, lakin kimse bir birine nazik değildir. Eskiden üstü açık çöp bidonları varken sokaklarda bütün kediler mutluydu, eş değer olarak insanlar da mutluydu. Sonra sokaklara kapaklı çöp konteynerleri koydular. İnsanlar kendi çıkardıkları çöplerden rahatsız olmaya başlamıştı. Kokuyordu, görüntüsü kötüydü vesaire. Zamanla kediler mutsuzluğa gömüldüler. Sokaktaki kediler hırçınlaştıkça sokaktaki insana da yansıdı bu durum. Eskiden kediler sokakta yaşardı, sonraları insanlar kedileri evlerine almaya başladılar. Huyları suları değişmeye başladı kedilerin, miskinleştiler, psikolojileri bozuldu. Psikoloji bilimine haiz insanlar kedilerle ilgili  açıklamalar yapmaya başladılar, insanların sinirini stresini aldıklarına dair. Sinir stres insanlardan kedilere geçmişti. Eve tıkılıp kalan kediler bütün gün uyumaktan başka bir şey yapmaz olmuşlardı. Konfor alanı oluşturmuşlardı kendilerine. Kapıyı, pencereyi açık bıraksanız da evi terk etmez olmuşlardı. Bütün insanlar gibi, insanlar da bulundukları şehirlerden memnun değillerdi, çalıştıkları işten memnun olan bir kişi bile gösteremezdiniz, herkes her şeyden şikayet etmeye başlamıştı, ama kimse bulunduğu yeri değiştirmeye cesaret edemiyordu. Televizyonların izlenme oranları artıkça, mutsuzluk kat sayısı artmaya başladı. Diziler, magazin programları, insanların özel hayatlarının sergilendiği saçma sapan trajikomik yayınlar insanları kuyunun dibine atmaktan başka bir işe yaramıyordu ya da herkes televizyonda gördüğü uç yaşamlara karşın kendi hayatına şükreder duruma getirilmişti. Çünkü bir yanda magazin programları zengin ünlülerin hayatlarını anlatıyordu. Bir hafta bir ünlü erkek bir ünlü kadınla beraberken, bir sonraki hafta aynı ünlü erkek başka bir ünlü kadınla beraber olduğu anlatılıyordu. İnsanlar bunları izliyordu maalesef. Her hafta yeni bir aşk haberiyle magazin programlarında boy gösteren ünlüler hallerinden memnundular. Sonra bu durum süreç içerisinde normal kabul edilmeye başlandı ve insanlar bir birlerine aşk adı altında yalanlar söylemeye bir birlerini aldatmaya başladılar. Hepsi planlı programlı oldu. Yozlaştırıldı toplum. Kim kime dumduma, kör ebe oyunundaki ebe gibi gözleri bağlandı herkesin. Ahlaksızlık aldı yürüdü.

            Aşkın adı vardı da kendisi yoktu ve insanlığı büyük bir endişe kaplamıştı. Yağmur adı altında endişe yağıyordu artık. Mevsim normalleri normal karşılanmıyor. Zaten hiçbir normal artık normal kabul edilmiyordu. Aldatan el üstünde tutuluyordu mesela, sadık aşıklar salak yaftasıyla yaftalanıyordu. Sosyal medya hesapları girince hayatlara, ahlak kapı dışı edilmişti bir nevi. Hesaplar başka türlü görülmeye başlanmıştı artık. Herkes herkese çok kolay ulaşabiliyordu. Özelden yürümek moda olmuştu. Herkes, herkesi herkesle görebilirdi ki görebiliyordunuz. Uykular huzursuzlaşmış, uyanmalar yorgunlaşmış, gözler körleşmiş ve kulaklar sağırdı artık. Psikolojiler bozuktu. Son yıllarda kullanılan antidepresan oranı yüzde seksen artmıştı. Ülkede sağ duyu, duyarsızlaştırılmıştı. Kadın cinayetleri almış başını gitmiş, çocuk yaşta evlenmeler normalleşmiş, çocuk tacizleri hatsafhaya ulaşmıştı hatta devlet kurumları tarafından bu konuyla ilgili fetvalar verilir olmuştu. Topyekun kafayı yemişti herkes. Kırk yerinden yara almıştı insanlık. Savaşlar oluyordu, insanlarla beraber insanlık da ölüyordu ve her yerden intikam intikam intikam nidaları yükselirken, savaşa hayır demek suç sayılıyordu. Kan döküldükçe, kendisinden olmayan birileri öldükçe birileri rahatlıyordu. Millet vampirleşmişti, akbabalaşmıştı adeta, kan görmeyince, ölü görmeyince huzursuzluk iki katına çıkıyordu. Kin ve nefret yurdu dört baştan bürümüştü. Tüm bunların tersine dönmesi için bir şey yapmalıydı ama o yapılacak olan şeyin ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu.

            Kafamda bu düşüncelerle ellerim ceplerimde yürürken sağa sola göz ucuyla bakınmaktaydım. Havada bahar havası vardı ve ben aslında bir kişiyi düşünüyordum. Aklımı asıl karıştıran bir kişi vardı. Bir insanın hayatı başka bir insanın yarı çapından ibaret olabilir miydi? Oluyordu işte. Nereye bakarsam bakayım hep aynı yüzle karşılaşıyordum ve aklımda yeni yazacağım kitabın giriş cümleleri dolanıyordu, kafamın içinde kelimeler dolanıp duruyordu. Aklımın odalarında yazıyordum giriş kısmını sonra beğenmeyip siliyordum, yazıyordum, siliyordum. Bu böyle aylardır devam ediyordu ve ben gerçekten yazmak için yazı makinemin başına bir türlü oturmaya cesaret edemiyordum. Cesaretimi yitirmiştim. 2017’de yitirdiğim cesaretimle beraber, insanlara olan sevgimi ve güvenimi de kaybetmiştim. Anlayamadan elimden kayıp gitmişti beni ben yapan bütün değerler. Adanmışlığın yerini aldatılmışlık almıştı, güvenin yerini güvensizlik. Her şeyin iyisini barındırıyorken birden ters yüz olmuştu ve ben ortada dımdızlak kalakalmıştım. Sigarayı üç pakete kadar çıkardığım zamanlardı bunlar. Kafamın üstünde devamlı surette hep bir duman haresi vardı. Konuşma balonu gibi bir duman kümesiyle geziyordum devamlı. Doluya koyuyordum almıyordu, boşa koyuyordum dolmuyordu. Yazmam lazımdı, yazamıyordum. Şimdiye kadar yazdıklarım neticesinde hayatımın şekillendiğini düşünüyordum devamlı, sanki ben bir şeyler yazınca onlar benim başıma geliyor gibi hissediyordum. Kendi kaderimi kendim yazıyor gibiydim. Lakin uzun zamandır yazıdan uzak kalmıştım ve bu durum beni ziyadesiyle rahatsız ediyordu. Yazmayınca kaderim askıda kalmış ve ben akıntıya kapılmışım da öyle oradan oraya sürükleniyorum gibi hissediyordum. Yazmam lazımdı. Yazıp hayatımı istediğim şekle getirmem gerektiğine inanıyordum. Belki de ben böyle inanmak istiyordum. Aslında hiçbir şeyin değişeceği yoktu.***

Çıkmaz bir sokağa girilmişti ufaktan. Suretler bir birinin aynısıdır. Bu şehrin bütün sokakları bir birine benzer. Kimse kimseye dost değildir, ama dostluk eder herkes herkesle. Çünkü ufak bir kasabadır burası, nüfusunun her geçen gün artması buranın şehirleşmiş bir yer olduğu anlamına gelmez, nasıl anlatsam, çok gelişmiş bir köy gibi desem tam olarak karşılığını bulmuş olurum sanırım. Herkes herkesle dost, herkes herkese düşman bir şehir olur mu? Oluyormuş işte. Yaşarken insan her şeye şahit oluyor. Bu da böyle bir şahitlik olarak duruyor uslarımızda bir yerlerde. Aslında bu şehir öyle bir yer ki, ne yazmaya ne anlatmaya değer tek bir yanı yok. Sabahtan başlar bu şehrin insanları içmeye, beyinleri uyuşmuştur bu sebepten dolayı, kolay yoldan para kazanma hayaliyle yaşarlar devamlı. Aynı zamanda büyük muhaliftirler. Her boku kendilerinin bildiğini zannederler. Ülkenin en batısında olmanın Avrupalı olmaya yettiği zannıyla kaç kuşak büyümüştür. İşin en enteresan tarafı bu şehirde yetişip de başka bir şehre taşınan yani bu şehirle bağını koparmış kim varsa hayatının en mucizevi olayını yaşamış gibi bir aydınlanma içerisinde buluyor kendisini. İstisnasız kim gittiyse hayatı kurtuldu gerçek manada. Artık nasıl bir etkisi varsa bu şehrin insanlar üzerinde, tam manasıyla bir çukur olarak adlandırmak yerinde olacaktır. Ben bu şehirde memur olarak bulunmaktayım. Kaderin bir cilvesi olarak burada dünyaya gelmişim, yine kaderin bir cilvesi olsa gerektir ki, doğduğum şehirde memur olma şerefine nail oldum. Boş zamanlarımda bir devlet dairesinde çalışıyorum diyorum soranlara, çünkü asıl işim yazmak. Mesai saatlerinden sonra koşar adımlarla eve gelip, ayak üstü bir şeyler atıştırıp, çayımı demlemenin akabinde derhal yazı makinemin başına çöreklenir göz kapaklarım artık isyan edene kadar yazarım. İstisnasız hemen her gün yazarım. Bazen yemeyi unuturum, ama yazmadan duramam. Çay, sigara eşliğinde gece yarılarına kadar yazarım. Sokaktaki kedileri yazarım, sokak çocuklarını yazarım, pavyondaki dansözleri yazarım, hep dışlanmış, ötekileştirilmiş kim varsa onların hikayelerini anlatırım. Gazetelerin üçüncü sayfalarındaki haberleri alırım, kendi lisanımca hikayelerini yazmaya çalışırım. İşim gücüm budur benim! Ben bu dünyaya hikaye anlatmak için gelmişim. Bir sarhoşu, bir orospuyu, bir pezevengin hikayesini anlatırım. Bir mafya bozuntusunun bir bok böceği kadar bile olsun faydasının olmadığını düşünürüm bunun da hikayesini anlatırım. Herkesin ve her şeyin bir hikayesi vardır, buna inanırım. Mesela dolmuşta ön koltukta oturan yaşlı teyze yanındaki torununa bir şeylerden şikayet eder, orada kullandığı bir cümleyi alırım ben, o teyzenin hikayesinde kullanırım. Teyzenin haberi bile olmaz bu durumdan. Herkes ve her şey ilhamdır bana.

            Bir de son zamanlarda kafamda büyük bir soru işareti var! Herkeslere anlattığım, oturup romanını yazmayı düşündüğüm bir soru işareti bu! Üç yıl önce benden ayrılan ve bir türlü unutamadığım Eylül’ün yanına gitmek fikri beynimin bütün hücrelerini kemirmekte son zamanlarda, içimde Eylül’e doğru iten bir şey var beni. Bunun adını bir türlü koyamadım. Karanlık kaldım. Çıkmaz sokaklardan çıkamadım. Gece uykularımdan sıçradım sahipsiz çığlıklarla. Eylül, benden ayrıldıktan kısa süre sonra Van’a atandı. Ne yapıp ettiysem benimle görüşmeyi kabul etmedi. Telefon numarasını da değiştirmişti, hiçbir yerden ulaşamıyordum. Bütün girişimlerimi elinin tersiyle itmiş beni karanlıklara gark etmişti. Ulaşamadığın aşk olur derler ya, Eylül de ulaşılmaz oldukça büyümüştü gözümde, gönlümde. Kanım olup damarlarımda dolanmaktaydı. Baktığım her yerde onu görmekteydim. Sokakların hepsini adını sayıklayarak dolaşıyordum. Herkes tanıdık bir surete bürünüyordu. Şiirler onu anlatıyor, şarkılar onu söylüyor, romanların bütün karakterleri Eylül’den izler taşıyordu. Koca şehirde sokaksız kalmıştım. Belki de bu şehrin bana çukur gibi gelmesinin sebebiydi Eylül ve kafamda dehşetle uğuldayan o soru hiç susmuyordu. Ben Van’a gitmeli miydim?

***

Tek gündemim vardı uzun zamandır. Ben Van’a gitmeli miydim? Hani bir tabir vardır, “Ankara’dan öteye gitmemek” diye, tam manasıyla bu tabire uyanlardandım. Ankara’dan ötesini hiç bilmezdim ve bilindiği üzere Van tehlikeli bir şehrimizdi. Lâkin aşkın gözü kördü, her şeyi göze alabilirdim. Her an her şeyi yapabilirdim. Öyle deli doluydum ve Eylül burnumda tütüyordu. Ona anlatmam gerekenler vardı. İçimde kalmaması gereken şeyler vardı. İçimde kalırsa içimde kanarsa kangren olacak olan şeylerdi bunlar benim nezdimde. Anlatamazsam çıldıracakmışım gibi hissediyordum kendimi.

            Gerçi her gördüğüm insana anlattığım tek bir şey vardı. Sıkılmıştı insanlar benden artık. Sokakta gördüğüm hiç tanımadığım insanlara bile Eylül’ü anlatır olmuştum. Gecem gündüzüm, sağım solum, doğum batım, kuzeyim güneyim Eylül’dü. Ortak arkadaşlarımızla görüşmelerimizi sıklaştırmıştım. Onu konuşabileceğim insanlarla görüşüyordum sadece. Görüştüklerime de onu anlatıyordum. Onu konuştukça mutlu oluyordum. Başka bir konu anlatıldığında rahatsız oluyordum. Her şey Eylül’dü benim için. Bu takıntılı ruh hâlinin adı aşk mıydı? Kara sevda mıydı? Neydi tam olarak bilemiyordum.

img

Osman Coşkun

Yorumlar

img
Site Logo

Ben Osman Coşkun. Yazmak ve gezmek benim için hayatın kendisi. Seyahat etmek, yeni yerler keşfetmek, farklı kültürleri deneyimlemek, beni heyecanlandıran ve ilham veren bir tutku. Muharrirseyyah.com'da, seyahat tutkumu paylaşarak insanları gezip görmeye teşvik etmek ve yolculuklarına rehberlik etmek istiyorum. İçeriklerimde, deneyimlerimi, gezi ipuçlarını, seyahat önerilerini ve kişisel hikayelerimi aktarıyorum. Sizleri, yazılarımda yer alan dünyayı keşfetmeye davet ediyorum. Her adımda yeni bir macera, yeni bir keşif ve unutulmaz anılar var. Haydi, yazın ve gezin, dünyayı keşfetmek için benimle birlikte yola çıkın!

İletişim Bilgileri

Keşan Merkez EDİRNE/KEŞAN

osmancoskun@muharrirseyyah.com 0542 714 51 86