Seçimleri filan bırak, seçimleri özellikle bırak - Göğe bakalım...

Seçimleri filan bırak, seçimleri özellikle bırak - Göğe bakalım...

"Sizi rahatsız etmeye geldim."

Ali Şeriati

"Ayağa kalk, uyumak için önümüzde sonsuzluk var."

Ömer Hayyam

“Gülü çiğdemi filan bırak
Sardunyayı karidesi filan bırak
Acıyı ve ölümleri bırak
Oy pusulalarını ve seçimleri bırak
Evet
Seçimleri özellikle bırak
Çünkü açlık çoğunluktadır”

Turgut Uyar

“Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir.

Demokrasi bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.”

Platon/Devlet

Yazıya geçmeden önce, birkaç alıntı daha paylaşmak istiyorum izninizle, sonrasında asıl konuya detaylıca gireceğim. Aşağıda paylaşacağım alıntı, halihazırda okumakta olduğum aslen İstanbul doğumlu olan Albert Caraco’nun “Kaosun Kutsal Kitabı”ndan, kitap beni öylesine etkiledi ki, bitirdikten sonra tekrar okumayı düşünüyorum, ama özellikle bu paylaşacağım alıntıyı bu yazının başına koymayı uygun gördüm, sözü Caraco’ya bırakıyorum, buyurunuz:

“… Çünkü ahlakın ve imanın bedeli, çok fazla çoğalmış ve insanın Cehennemi olmuş beşerlerin varlığıdır. Bu bize ahlakın hiçbir anlamı olmadığını ve imanın tanrısal olmadığını göstermektedir; her ikisi de efendilerimizin hizmetindedir, bizim en berbat düşmanımız bizi yöneten efendilerdir. Efendilere köle gerekir, köleler ne kadar çoksa efendiler de o kadar çok zenginleşir, yeter ki kadınlar doğursun ve çocuklar doğsun, gerisi vız gelir onlara, nüfusun azalması onların yıkımı olacağından evrenin parçalanmasını tercih ederler, o hareketin durması –durması dünyayı kurtaracak olsa da – onların zararınadır. Bizler bu dünyada derimizi yüzen soygunculara kanmışız ve Tanrı’ya itaat ettiğimizi sanırken aslında insanlara itaat ediyoruz, hem de bizi kaosa sürükleyen ve ölümden sakınmayan insanlara, cahil insanlara, güçsüz ama bize dayattıkları gelenekler adına bizi ölüme zorlayan insanlara. Çünkü yetkililerimiz hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey yapamıyorlar, hiçbir değerleri yok, bizi hiçbir şeyden korumuyorlar, yalanlarla bizim beşiğimizi sallamak dışında hiçbir konuda hemfikir değiller, tek amaçları kazandıkları ayrıcalıkları korumak ve yerleşik düzenlerini sürdürmek…”

Ve kitap bu şekilde devam ediyor. Şuanda bildiğim kadarıyla baskısı yok. Ben de sahaftan getirttim. Şiddetle de okumanızı tavsiye ederim.

Neyse alıntılarla devam edeyim,

Jean-Jacques Rousseau’ya bırakıyorum sözü;

“Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara “Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz” diye haykırsaydı, işte o adam, insan türünün, nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.”

Yukarıdaki alıntıları hepimiz için paylaştım, şimdi kendime tarihsel bir misyon yüklemişim de bana Dostoyevski tarafından verilen birkaç tane nasihat ile devam edeceğim, akabinde de asıl anlatmak istediklerimi anlatacağım; Bakın Dostoyevski bana yıllar öncesinden neler söylemiş;

“İçme ve çalış. Hep çalış ve başarılarınla övünme. Sakın ha, yorgunluğunu almak, kederini dağıtmak için elini kadehe uzatma gerçi seçtiğin yolda kederin eksik olmayacak ama, içinde avuntu bulmayı umduğun içki yere vurur seni.”

Ve devam ediyor Dostoyevski nasihatlerine, ders niteliğinde:

“Çalışırken sanatın alfabesinden başla. Çalışmana engel olan, huzur vermeyen neymiş, düşkünlükle yoksulluk mu? Ama gerçek sanatçıyı yoğuran, ilk adımlarının ayrılmaz arkadaşları onlardır. Bugün kimse yüzüne bakmaz, sana önem vermezse hoş gör. Yeteneğinin ortaya çıkacağı, seni küçümseyenlere karşı bir cevher gibi parlayacağı gün gelsin bak nasıl her şey değişiyor. O zaman da çevrenin kıskançlığı, miskince kötülükleri, yoksulluktan daha acı gelecek sana! Her yetenekli insan gibi çevrenden yakınlık, ilgi bekleyeceksin. Oysaki, her türlü özveriye katlanarak elde ettiğin başarıyı hiçe sayan, küçümseyen, üstünlüklerini görmezden gelenlerle karşılaşacaksın. Onlar en ufak hatanı zevkle, bayram edercesine yüzüne vuracak, başarılarının sevincini zehirleyecekler… Bunlara sabırla göğüs germez de, her zamanki gibi isyan bayrağını açarsan, yandığın gündür.”

Ve son olarak ekliyor Dostoyevski:

“Amacına ulaşmak için hiçbir şeyi küçümseme. Tam ulaşamazsan bile dene; belki başarırsın… Hepimizin güvenini bağladığımız şu “belki” hiç de azımsanmayacak bir umuttur.”

Evet, şimdi gelelim asıl konumuza. Bütün bu alıntıları niye yaptın amacın ne senin dediğinizi duyar gibiyim, efendim şöyle söyleyeyim: Ahmet Kaya’ya bir programda “milletvekili olacak mısınız?” diye soruyorlar, o da diyor ki; “ben zaten milletimin vekiliyim, halkımın sesiyim, bunun için meclise girmeme gerek yok.” Yani tam olarak böyle olmasa da bu minvalde şeyler söylüyor. Şimdi konuyu nereye getirmeye çalışıyorum, anlatayım. Başlıyorum.

Ben bir Türk genci ve Türk yazın işçisi olarak tanımlıyorum kendimi. Yazarak kendimi geçindirecek kadar para kazanmasam da, bu yazma işlerinden az da olsa paralar kazandım vakti zamanında, kitaplardan vesaire üç beş bir şeyler geldi. Benim yazmaya başlamam ve düşünsel ve tarihsel dönüşümüm ise 2003 yılına ve sonrasına tekabül ediyor. Lise döneminde özellikle yakın tarih ile ilgili tonlarca kitap okudum. Hala daha okumaya devam ediyorum ve ben bu dünyanın, yani içerisinde bulunduğumuz sistemin ancak ve ancak okuyarak ve yazarak değişeceğine inananlardanım.

Yukarıda Turgut Uyar’ın şiirinin bir bölümünü aldım, diyor ya üstat: “seçimleri özellikle bırak” diye, işte tam olarak üstat ile aynı nokta üzerinde durduğumu belirtmek isterim. Ben seçimlerle bir şeylerin değişeceğine inanmıyorum. Emma Goldman’ın dediği gibi; “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı.”

Ve Winston Churchill, 11Kasım 1947’de Avam Kamarası konuşmasında şöyle diyor; “Demokrasi en kötü yönetim biçimidir, diğerlerini saymazsak.”

Peki Türkiye demokrasiye hazır mıydı? Türkiye çok partili döneme geçmekle doğru mu yaptı? Bu kararın alınmasındaki etkenler nelerdi?

Ben bu anlamda İsmet İnönü’yü hatalı bulduğumu ve ülkemizdeki aydınlanma devriminin tamamlanmadan çok partili yönetim şekline geçişe izin vermesine aşırı derecede sinirleniyorum. Sırf NATO’ya girebilmek adına çok partili sisteme geçilmesine rıza gösteriyor. Bu tarihsel bir hata olarak sallanıp duruyor benim kafamın bir köşesinde devamlı olarak.  Zira Mustafa Kemal Atatürk sağlığında bu çok partili sisteme geçiş süreçlerini birkaç defa denemiş ve ülke henüz buna hazır değil diyerek, geri adımlar atmıştır. Çünkü halk ciddi manada cahildi ve cahil halka  seçme hakkı verilmesi demek ülkenin ipini çekmek anlamına geliyordu. Zira Mustafa Kemal Atatürk’ün özellikle vasiyeti vardı, “Avrupa ile hiçbir şekilde işbirliğine gidilmemesi yönünde. Avrupa dediği emperyalist güçlerdi. Yani kurtuluş savaşında savaştığımız ülkeleri kastediyordu. İşbirliği yapılacaksa Rusya ile yapılmasını salık veriyordu.” O zamanlar Rusya Sosyalizm ile yönetiliyordu bildiğiniz üzere. Geçtiğimiz yıllarda yapılan bir araştırmada Rusya halkının sosyalizmi geri istediği yönünde bir sonuç ortaya çıktığı da su götürmez bir gerçek. Aynı araştırma Almanya’da da yapılıyor, orada da sonuç aynı şekilde çıkıyor.

Şuanda vahşi kapitalizm tüm dünyayı etkisi altına almış durumda. Lâkin Alman filozof ve iktisatçı Karl Marks’ın şu sözünü de unutmamak icap ediyor; “Sürekli daha fazla kâr etmeye dayalı sistemin sonunda kendi çelişkilerinin kurbanı olup çökmesinin kaçınılmaz olduğunu” savunarak der ki; “Kapitalizmin çöktüğü yerde, sosyalizm başlar.” Çünkü bu sistemin artık sürdürülebilir bir tarafı kalmamıştır. Amacım burada sosyalizm savunuculuğu yapmak değil. Niyetim siyaset yapmak da değil. Öyle televizyon kanallarına çıkıp “ben siyaset uzmanıyım” diyenlerden de değilim. Ben bir yazın ve düşün işçisiyim. En azından ben kendimi böyle tanımlıyorum. Sizin de bana bu nazarla bakmanızı rica ederim. Benim anlatmak istediğim, ortaya çıkarmaya çalıştığım şeyler, hangi türe girer, siyaset midir, sosyolojik tahliller midir? Ben bilmem. Benim bildiğim ortada ciddi manada bir karmaşanın olduğu ve bu karmaşanın her geçen gün giderek daha da derinleştiği. Ben, “inanca saygı, düşünceye özgürlük” tarafındayım işin. Nâzım Hikmet’in de dediği gibi; “Başbakan olacak değilim, meraklısı da değilim bu işin.”

İçerisinde bulunduğumuz kapitalizm canavarının her geçen gün bizleri, her birimizi sömürdüğü gerçeğini göz ardı edemediğimden ve kendime bunu ziyadesiyle dert edindiğimden ve bir nebze de olsa kendimi rahatlatabilmek adına yazıyorum bütün bunları. Kimler okur, kimlere dokunur, kimleri rahatsız eder bilmem. Ama bildiğim bir şey var, ben dahil hepimizin çok okuması gerektiği gerçeği, çok okuyup, çok yazmalıyız. Evet, her birimiz. Sovyet Rusya zamanında şairler/yazarlar aynı zamanda çiftçilikle uğraşırlarmış misal. Aynen de o şekilde.

Asıl olan şehirleşmek değil, köylüleşmek ve köylüyü yüceltmek. Bizse tam tersini yaparak, kafalarımızı şehirleştirmeden köylerden şehirlere göç ettik. Sonrasında olanlar ortada. Şehirlere ayak uyduramayan bir kamyon insan var ortalıkta. Ve bu şehirleşme, yani insanların topraktan koparılıp, yüksek yüksek binalara doldurma fikrini ilk kim ortaya attı bilmiyorum ama, insanlar topraktan uzaklaştıkça hem zekadan yana hem de sağlıktan yana bir gerileme başladı. Bugün kanserin, şeker hastalığının, tansiyon hastalıklarının, kalp rahatsızlıklarının yegane temelleri buralara kadar dayanmaktadır. Konu bundan ibarettir. Şehirleşmeyi, şehirde oturmayı modernleşmek zannettik. Oysa modernleşme kitapla, bilimle ve güzel sanatlarla olurdu. Biz bunların hepsini göz ardı ettik. İnsanları tek tipleştirmek adına, sözüm ona Mustafa Kemal Atatürk devrimlerini savunmak adına askeri darbelerle yönetime el koyulmasına müsaade ettik. Bunu da ortalığı kan gölüne çevirmişlerdi, asker en iyisini yaptı diye savunduk, savunmaya da devam edenler var hala. Yahu 1980 askeri darbesi olduğunda Amerikan Generali; “bizim çocuklar işi başardı,” diyor. Bir Türk genci olarak bu beni acayip rahatsız etti ve etmeye de devam ediyor. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti her geçen gün halkın üzerindeki baskısını artırmaya başladı. Amerika’dan medet umduk. Gittik onların yardımlarını kabul ettik. Bu ülke kendi arabasını, kendi uçağını, kendi traktörünü yapar hâle gelmişti. Amerika ne dedi; “siz yapmayın biz size şu paraya verelim, boşuna uğraşmayın” dedi, bizim sivri zekalı yöneticilerimiz de bu oyuna geldi. 1960’da ihtilal oldu, Adnan Menderes ve yanındaki iki kişi idam ile yargılandı ve en nihayetinde idam edildiler. Keşke olmasaydı, ama oldu. Tarihler 6 Mayıs 1972’yi gösterdiğinde de hiçbir suçu olmayan üç tane fidan, askeri savcılar ve hakimlerce yargılanarak idama mahkum edildiler. Ülke çok badireler atlattı, çok kanlar döküldü, çok göz yaşları aktı.

Ben bir zamanlar sosyalizm savunucusu bir adamdım. Ha şimdi bakıyorum düşüncelerimde bir değişim dönüşüm var mı diye? Ne yalan söyleyeyim hala savunmaya devam ederim. Bakın sosyalizm sözlükte nasıl tanımlanıyor; Ekonominin küçük bir aristokrat, zenginler sınıfı ya da kapitalist bir sınıf yerine geniş kitlelerin yararına işletilmesi gerektiğini savunan yönetim biçimidir. Sosyalizm, çalışan sınıfın iktidarını savunan sosyoekonomik bir modeldir.”

İnsanlara bunun kötü bir şey olduğu anlatıldı. Yukarıdaki sosyalizm tanımı bana ait değil. Sözlükte böyle yazıyor. Açın kendiniz de bakın isterseniz. Arama motoruna “Sosyalizm Nedir?” yazmanız yeterli olacaktır?

Fakat Amerika Birleşik Devletleri bu durumdan oldukça rahatsızdı. Çünkü karşılarında tehdit olarak gördükleri Sovyet Rusya vardı. Sovyetler Birliği dağılana kadar dünya üzerindeki denge unsuruydu. Ne zamanki dağıldı, Amerika o saatten sonra iyice zıvanadan çıktı. Irak’a girdi, Ortadoğu’yu kan gölüne çevirdi. Ülkemiz üzerinde bin bir türlü entrikalar çevirdi ve çevirmeye de devam ediyor.

Şimdi ben zamanında sosyalisttim, şimdi şüpheliyim öyle olup olmadığımdan ama, şunu biliyorum. En azından şu günkü aklımla şunu savunuyorum. Sosyalizmin asıl kısa tanımı şudur: “Toplumculuk” demektir. Be abicim iyi de, biz toplum bilincinde olan bir ülke değiliz ki. Biz Padişah’ın kulları olduğunu zanneden ümmet anlayışından gelen bir geçmişe sahibiz. Bizim ve benim yaptığımız hata da tam olarak burada başlıyor işte, biz birey olmayı öğrenmeden toplumsal hareket başlatabileceğimizi düşündük. Bizden önce de 68’liler diye bugün hatırladığımız ağabeylerimiz düşünmüştü. Sonra 78’liler diye andığımız ağabeylerimiz aldı bayrağı. Bu bayrak bize kadar geldi. Ben şu anda herhangi bir ideolojinin bayraktarlığını yapmıyorum. Olması gerekenleri anlatmaya çalışıyorum, bilgim dahilinde.

Atatürk’ün Nutuk adlı eserini mutlaka okuyun, çocuklarınıza okutun. Uğur Mumcu’nun bütün kitaplarını okuyun, çocuklarınıza okutun. Uğur Mumcu’nun gazetelerdeki köşe yazılarını bulun okuyun. Okumak istemiyorsanız açın Youtube’da birçok kaydı var, konuşmalarını dinleyin. Aziz Nesin okuyun, Nâzım Hikmet okuyun, Turgut Uyar okuyun, Cemal Süreya okuyun, Özdemir Asaf okuyun, Dostoyevski okuyun, Tolstoy okuyun velhasıl kelam okuyun. Ne bulursanız okuyun, ama mutlaka okuyun. Bakın bugün bir haber karşıma çıktı sosyal medyada dolaşırken, ülkenin genel zeka seviyesi yani ıq’su bir puan gerilemiş. 90’dan 89’a düşmüş. Yani geri zekalı bir toplum olduğumuz tescillenmiş.

Aziz Nesin’in zamanında bu ülkenin %60’ı aptal demesi üzerine ortalık ayağa kalkmıştı. Mahkemeye falan vermişlerdi adamı. Yapmayın etmeyin, kazanırsam aptallığınız mahkeme kararıyla tescillenecek dese de dinletememişti. Nitekim dediği gibi de oldu. Mahkemeyi Aziz Nesin kazandı.

Şimdi o eski sanatçılar, aydınlar, fikir adamları maalesef yok. Toplumsal sorunları gündemine alan ve bunları anlatan hiç kimse kalmadı. Toplum baskı altında ve korkar vaziyette. Halk kendi gücünün farkına varmadığı sürece de bu böyle gider.

Zamanın başbakanı Nihat Erim şöyle diyor; “biz bunları böyle eğitmeye devam edersek, yönetemeyiz.” Bu ülkenin başbakanı söylüyor bunu. Bunlar dediği Türk Halkı, sen, ben, hepimiz. Yani senin, benim oyumla bir yerlere gelmiş olan şahsı muhterem çıkıyor, seni beni beğenmiyor. Nitekim Kenan Paşa da ondan çok sonraları, darbe sonrasında “asmayalım da besleyelim mi?” “kitap okuyacaksanız, Kuran’ı okuyun, Kuran’dan başka kitap yok” diye demeçler veriyor. Gazeteler kapatılıyor, dergiler kapatılıyor. Kitaplar toplatılıyor. Yazarlar, şairler, sanatçılar sürgün ediliyor. Yahu Bülent Ersoy bile yasaklanıyor bu ülkede, ben daha ne anlatayım.

Nihat Erim’e de biri çıkıp şunu demiyor; “aga sen ne diyorsun? Burası Türkiye Cumhuriyeti Devleti”

Cumhuriyet ne diye çıkıp sokağa sorsak acaba kaç kişi biliyor doğru düzgün tanımını. Bakın sözlükte Cumhuriyet nasıl tanımlanıyor: Cumhuriyet, hükûmet ya da devlet başkanının, halk tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimidir. Egemenlik hakkının belli bir kişi veya aileye ait olduğu monarşi ve oligarşi kavramlarının karşıtıdır.” Bir diğer tanımda da şöyle diyor yine sözlük: “ulusun, egemenliğini kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı devlet biçimi.”

Ne diyor tam anladınız mı? Ulusun egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu diyor belli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet biçimi diyor. Anlamadıysanız tekrar okuyun da bir silkelenip kendinize gelin. Karşınızda milletvekili gördüğünüzde el pençe divan durmayın. Siz ona muhtaç değilsiniz, o size muhtaç. Kendi gücünüzün farkında olun. Vekil ne demek bir de ona bakalım, sözlükte: birinin, kendi adına iş görmesi için yetki verdiği ya da iş görmesi için kendi yerine bıraktığı kimse.” Bu durumda milletvekili kim olmuş oluyor, benim yerime bakan kimse. Öyle değil mi? Zira ben milletim, yani benim olmadığım yerde benim adıma iş görmesi için yetki verdiğim ya da iş görmesi için kendi yerime bıraktığım kimse.

Ben insanları teker teker sevmekle beraber, toplu olarak yani toplum olarak, yani daha da açmam gerekirse millet olarak sevmiyorum. Çünkü millet millet olduğunun farkında değil. Yazık değil mi bu millete diye hayıflanıyoruz ya bazen, değil abi yazık falan, bu millet bunu istiyor.

"Siz ne halde iseniz başınıza o şekilde idareciler gelir. Bir topluluk kendini düzeltmedikçe Allah onlardaki hali düzeltecek değildir."

“Bir kavim kendini bozmadıkça Allah onları bozmaz.” (Rad, 13/11)

“Kemâ tekûnû yuvella aleyküm” (Siz nasıl olursanız yöneticileriniz de öyle olurlar).

“A’malüküm ummalükum” (amalleriniz yönetcilerinizdir, onlar sizlerin eseridir) (bk. Acluni, I, 146, II, 127) denilmiştir.

“Davranışları sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer kısmına yönetici yaparız.” (En’am, 6/129)

Yukarıdaki alıntıların bir kısmı ayet bir kısmı hadis.

Bakın size hem sosyalizmden hem cumhuriyetten hem de İslamiyet’ten örneklerle açıklamaya çalışıyorum içerisinde bulunduğumuz durumu.

Sosyalizmi dinsizlik olarak lanse ettiler yıllarca, sosyalizmi ve komünizmi. Komünizmi yılana benzettiler, gördüğünüz yerde başını ezin dediler. Oysa sosyalizm bir yönetim biçimidir. Cumhuriyet ile özdeş çok noktaları vardır. Yani halkın kendi kendisini yönetmesi demektir bir diğer anlatımla, bakın Nâzım Hikmet bir şiirinde dayı kızına nasıl anlatıyor sosyalizmi;

Sosyalizm,
Yani şu demek ki dayı kızı
Sosyalizm
Senin anlayacağın yani
El kapısının yokluğu değil de
İmkansızlığı.
Ekmeğimizde tuz
Kitabımızda söz
Ocağımızda ateş oluşu hürriyetin
Yahut, başkası yel de
Sen yaprakmışsın gibi titrememek
Bunun tersi yahut…

Sosyalizm
Devirmek dağları elbirliğiyle
Ama elimizin öz biçimi
Öz sıcaklığını yitirmeden.
Yahut, mesela
Sevgilimizin bizden ne şan, ne para
Vefadan başka bir şey beklemeyişi…

Sosyalizm
Yani yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın
Yahut, mesela
-bu seni ilgilendirmez henüz-
Esefsiz
Güvenle
Emniyetle
Gölgeli bir bahçeye girer gibi
Girebilmek usulcacık ihtiyarlığa
ve hepsinden önemlisi
Çocukların ama bütün çocukların
Kırmızı elmalar gibi gülüşü…

 

Hatta Türkiye’de kurulan ilk TKP’nin kurucusu olan Mustafa Suphi kendisini şu şekilde tanımlıyor bir toplantıda, “bizler Müslüman komünistleriz” diyor.

Sabahattin Ali cahil canilerce katlediliyor, sosyalizm propagandası yaptığı iddiasıyla, oysa çok enteresan bir kişi Sabahattin Ali, mesela Abdulkadir Geylani için yazmış olduğu bir şiiri bile var, bilmiyorsanız araştırın Abdulkadir Geylani kimdir?.

Nâzım Hikmet ömrünün çoğunu hapislerde geçiriyor, yine aynı gerekçelerle, ama köklerinden hiçbir zaman koparamıyorlar Nâzım’ı. Dedesi Mevlevi olduğundan mütevellit Mevlana’ya beslediği aşkı anlattığı bir şiiri bile var.

 Ahmed Arif ona keza. Ahmed Arif ki, “Yurdum benim şah damarım” diyecek kadar yurduna aşık bir ozan.Yaşamı boyunca tek kitap çıkarmıştır. O da “Hasretinden Prangalar Eskittim”dir. Hatta bir röportajda kendisine bu durum sorulur, “tek kitapla şair olunur mu?” diye, bunun üzerine o tarihi cevabı verir; “tek kitapla peygamber olunuyor da, şair neden olunmasın.”  

"Bir akşamüstüdür katil, muhteşem
Alıp götürmüşler dost dediğini
Almış rüzgârlar içini,
Ümide benzer, sevdaya benzer...
Soğuk bir namludur kör ve pusuda
Ense kökünde zulüm,
Ve sermiş cânım sofrasını dört başı mâmur
Burnun dibine hürriyet.
Seviyorum mümkün değil;
Aranızda kurşun, yasak bölge var
Sen genç, sevdan ölünecek kadar güzel
Kanunu yapanlar ihtiyar.”

Bu dizeler Ahmed Arif’e aittir. Kanunu yapanlar ihtiyar sözü mühür gibi sözdür.

Şimdi gelelim milletin ahvaline, Turgut Uyar’ın şiirinde dediği gibi, seçimi oy pusulalarını bırak, açlık çoğunluktadır. Ve bu ülkede bir şeylerin değişmesini istiyorsak buna öncelikli olarak ve mutlak suretle kendimizden başlamalıyız. Biz kendimizi değiştirmezsek, hiçbir şeyin değişeceği yok. Bu bilimsel olarak da kanıtlandı, yukarıda ayet ve hadislerle de açıklamaya çalıştım. Yani hangi dilden anlarsanız o dilden anlatmaya çalıştım size derdimi. Bu dert benim toplumsal derdim, bu dert hepimizin derdi ve bu dertten kurtulmak birer birer çoğalarak, bilinçlenerek ve kendimize gelerek olacak. Bu da şiir okumakla, roman okumakla, güzel sanatlarla uğraşarak, yani sanatla olacak, bilimle olacak, felsefe ile olacak.

Dedim ya insanları teker teker çok seviyorum ama millet olarak yani toplum nezdinde sevmekle beraber öfkeliyim diye, o da sevgiden kaynaklı, insan sevdiğine kızar. Bununla da ilgili bir Nâzım Hikmet şiiri bırakıyorum aşağıya ve yazıya son veriyorum.

 “Akrep gibisin kardeşim”

Akrep Gibisin Kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat Senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatin çoğu Senin, Canım Kardeşim!

Nazım Hikmet Ran

 

Bir sonraki yazıda görüşmek ümidiyle, esen kalınız. Öperim gözlerinizden.

Osman Coşkun – Muharrir Seyyah

img

Osman Coşkun

Yorumlar

img
Site Logo

Ben Osman Coşkun. Yazmak ve gezmek benim için hayatın kendisi. Seyahat etmek, yeni yerler keşfetmek, farklı kültürleri deneyimlemek, beni heyecanlandıran ve ilham veren bir tutku. Muharrirseyyah.com'da, seyahat tutkumu paylaşarak insanları gezip görmeye teşvik etmek ve yolculuklarına rehberlik etmek istiyorum. İçeriklerimde, deneyimlerimi, gezi ipuçlarını, seyahat önerilerini ve kişisel hikayelerimi aktarıyorum. Sizleri, yazılarımda yer alan dünyayı keşfetmeye davet ediyorum. Her adımda yeni bir macera, yeni bir keşif ve unutulmaz anılar var. Haydi, yazın ve gezin, dünyayı keşfetmek için benimle birlikte yola çıkın!

İletişim Bilgileri

Keşan Merkez EDİRNE/KEŞAN

osmancoskun@muharrirseyyah.com 0542 714 51 86