Tavuğun götünden çıkan bir şeyi yeme fikrini ilk kim ortaya attı? Ve diğer insanları buna nasıl ikna etti?

Tavuğun götünden çıkan bir şeyi yeme fikrini ilk kim ortaya attı? Ve diğer insanları buna nasıl ikna etti?

Efendim merhabalar.

Yine kafamda  deli dehşet soru işaretleri barındırdığım bir yazıya giriş yapmak üzereyim. Şunu bunu anlatacağım diye başladığım her yazıyı asıl anlatmak istediğim şeyi anlatmadan bitirdiğimden mütevellit bu sefer öyle bir iddia ile yazıya başlamıyorum. Benim kafamı kurcalayan, başkalarının da kafasını kurcalamasını istediğim bazı soru işaretleri üzerine biraz kafa yoracağız hep beraber. Bu arada belirtmekte fayda var, bugün 28 Ocak 2023 günlerden Cumartesi, hava ne tam bulutlu ne de tam güneşli, böyle ortaya karışık bir hâl içerisinde. Saat de tam olarak öğleden sonra 14.23 şu dakika itibariyle. Ve ben evimde, dört köşe mahmur bir hâlde, dört ayaklı sandalyemde oturmuş, dört ayaklı çalışma masamın üzerinde duran dört köşe bir ekrana bakarak bu satırları düşünüyorum şuanda. Nereden başlayacağımı bilmediğimden dolayı da böyle uzatıyorum, lafı dolandırıyorum. Maçta galibiyeti garantilemiş takımın, son dakikalarda top çevirmesi gibi bir şey şuanda yaptığım şey, öyle düşünün.

Şimdi arkadaşlar, günlerdir, aylardır hatta mübalağasız söylüyorum yıllardır kafamın içerisinde deli dehşet cevap bekleyen sorular barındırıyorum.

Bir tanesiyle başlayayım. Arkadaşlar bu yumurtayı yeme fikrini ortaya ilk kim attı? Dahası ilk kim yedi? Diğer insanları bunu yemeğe nasıl ikna etti? Yani tavuğun götünden çıkan bir şeyi, dur şunu bir yiyelim mi dediler, ne yaptılar? Allah aşkına biri bana bunun mantıklı bir açıklamasını yapsın! Hadi yemeğe karar verdiler, dur şunu haşlayalım, dur şunu şu yağ denilen şeyin içine de kıralım bir de öyle deneyelim falan, konu nasıl buralara geldi? Ayçiçeğinden yağ yapma fikrini nasıl buldun be adam?  Teknoloji yok bir şey yok! Dur şu çiçeğin yağını çıkartalım da yumurta falan pişiririz, patates falan kızartırız olayına nasıl gelindi? Patatesi nasıl keşfettiler mesela? Bunun gibi daha bir sürü kafamda soru işareti var! Ayçiçeğinin diğer adıyla gündöndü çiçeğinin yağını çıkartma fikri başlı başına olay. Sonra onun çekirdeklerini yemek nereden aklınıza geldi kurban olduklarım?

Her şeyden öte bunlar ve bunun gibi diğer meyve sebzeler vesaire böyle bir tohumdan falan elde ediliyor en nihayetinde. Arkadaş bu ilk tohum nereden geldi? Nereden geldi insanlık bu noktaya? Yani domatesle ilgili ufak da olsa bir malumatım var, Amerika kıtası keşfedildikten sonraki bir diğer keşif de domates oluyor mesela. Ondan öncesinde domates diye bir şey yok insanların hayatlarında. Ciddi ciddi şuanda bunları düşünüyorum!

Mesela ilk insan nasıl yaratıldı? Dini kaynaklarda ilk insanın Adem olduğu ve Adem’in de nasıl yaratıldığıyla ilgili bilgiler mevcut. Bunları kabul etmekle beraber, ilk insan tek başına ne yaptı? Canı sıkıldı mı? Canı sıkıldığında ne yaptı? Televizyon desen yok, internet desen yok, bırak her şey var desen ulan senden başka kimse yok! Sosyal medya hesabın olsa mesela takip edeceğin biri yok! İşin kötü tarafı mavi tik almanı sağlayacak bir takipçi kitlesi yaratmak istesen o da yok! Dünyada ya da işte dini kaynaklarda belirtildiği üzere cennette ne yaptı Adem?

Bir diğer inanış yahut işte savunuya göre de insan maymundan evrilerek bugünlere gelmiş! Bunu kabul ettik diyelim, tamam çok güzel. İnsanlarla maymunların benzer özellikler barındırdığı bazı bilgiler elimizde mevcut. Ulan o maymun nereden geldi? O nereden evrildi? Hadi maymun da bir yerden evrildi diyelim, onun evrildiği o şey neydi? O evrilen şey nereden gelmişti?

Bütün yaratılış hikayelerinde anlatılan hikayenin doğru olduğunu var sayalım. Yani öyle olduğu konusunda neredeyse insanlığı 4’te 3’ü hemfikir. Yani semavi dinler en azından böyle anlatıyor, böyle söyleniyor. Adem’in de kaburga kemiğinden Havva’nın yaratıldığı söyleniyor. Buna da tamam. Elde mızrak götte yaprak dolaşıyorlar mıydı? Tekstil desen yok! Ne yediler? Ne içtiler? Nasıl hayatta kaldılar? Mesela sevişip üreme  fikri nasıl geldi akıllarına? Tövbe estağfurullah ya! Sonra o yasak meyve olayı! Adem ve Havva’ya yasaklanan elma olayı! Yahu canım Adem’ciğim gözümün nuru, ne demeye gittin yedin o elmayı, ha iki gözümün çiçeği! Şuanda dünya üzerinde 8 milyar civarında insanın yaşadığı söyleniyor. Ben tek tek kimseyi saymadım, bilgim yok. Yetkililerin söylediğini söylüyorum. Şuanda yaşayan bu 8 milyarın ve bundan önce yaşamış olanların ne kabahati vardı da bu dünya denilen cehenneme sürgün edildiler? Burası neden bir sürgün yeri oldu bize Adem beyciğim? Yine dini inanışlara göre cevap verecek olursak burası sınav yeri, bundan sonraki dünyada da işte burada yaptığımız ettiğimiz şeylerin karşılığını alacakmışız. Ödülse cennet, cezaysa cehennem olarak! Böyle bir şeye gerek var mıydı? Gerçekten bütün samimiyetimle soruyorum bütün bu soruları? Beni taşa tutacak birileri mutlaka çıkacaktır bu konularla alakalı olarak, ama ben düşünüyorum şuanda. Yani kafamın içerisinde dolandırıp durduğum şeyleri yazıya geçiriyorum sadece. Hiçbir şeyi inkar ettiğim yok! Sadece sorular soruyorum.

“Var mı dünyada günah işlemeyen söyle:

Yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle;

Bana kötü deyip kötülük edeceksen,

Yüce Tanrı, ne farkın kalır benden, söyle.”

***

“Beni özene bezene yaratan kim? Sen!

Ne yapacağımı da yazmışın önceden.

Demek günah işleten de sensin bana:

Öyleyse nedir o cennet cehennem?”

Bu yukarıda alıntılama yaptığım rubailer Ömer Hayyam’a ait. İranlı bir feylesof diyeyim kısaca. Matematik dehası, astronomi alanında zamanının çok ötesinde. Bir takvim yapıyor yaşadığı dönemde, bugün kullandığımız takvime çok yakın. Mesela matematikte bilinmeyen sayıyı ifade etmek için kullandığımız “X” var ya hani, ha işte o Hayyam’ın literatüre soktuğu bir şey. Yıldızlara bakarak kendi doğum tarihini hesaplamış bir adam. Yukarıdaki altınları yaptım, çünkü sadece ben böyle düşünmüyorum, zamanında benden başkaları da bu soru işaretlerinin cevaplarını aramışlar. Bir diğer rubaisinde de diyor ki mesela;

 

“Bir geldi mi derin ölüm uykusu,

Biter bu dünyanın dedi-kodusu.

Ölenden bir haber bekler insanlar:

Ne söylesin? Bilmez ki ne olduğunu!”

 

Sonra yine başka bir rubaisinde şöyle söylüyor;

“Yaşamanın sırlarını bileydin

Ölümün sırlarını da çözerdin;

Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok:

Yarın, akılsız, neyi bileceksin?”

 

Yani diyor ki toprağın altına gireceksin, ruhun alıp başını gidecek öte alemlere! O ruhun bir aklı yok ki diyor, neyi bileceksin.

Ben kendi çapımda kendimi inançlı bir insan olarak görüyorum. Yani öyle putperest, ateist falan değilim. Ölümden de korkmuyorum. Ölümü yeni bir yaşama uyanış olarak görüyorum yahut görmek istiyorum.

Örnek vermem gerekirse mesela, şimdi şöyle düşünün herkesler ahkam kesiyor, yok şöyle olacak yok böyle olacak. Erkeklerin çükleri hep dik duracak, hurilerin memeleri şöyle olacak böyle olacak diye. Bunların alayı sapık ben size diyeyim. Bunların inandığı şeye ben inanmıyorum. Kimse de beni inandıramaz. Onların dinlerinin ben ateistiyim, onların inandığı yaratıcıya, Allah’a, Tanrı’ya ya da işte adına siz ne derseniz deyin ben böyle bir yaratıcıya inanmıyorum.

Benim inandığım nasıl ki bu dünyaya gelirken bu dünya hakkında hiçbir malumatımız yoktu. Gözlerimizi bu dünyaya açtığımızda ne yürümeyi, ne konuşmayı ne de işte herhangi bir şeyden haberimiz yoktu! Var mıydı? Bunu çevremizi taklit ederek öğrendik. Ben mesela Keşan’dayım şuanda, doğma büyüme Keşanlıyım. Buradan 30 kilometre batıda dünyaya gelseydim Yunanlı olacaktım. Bu bir kere benim tercihim değil. Dilim, dini inancım vesaire hepsi içerisine doğduğumuz toplumun bizde topyekun vücut bulmasından başka bir şey değil. Ben insanların bu anlamda ırksal, dinsel vesaire gerekçelerle ötekileştirilmesine karşıyım. En azından kendi penceremden olaylara bu kadar sığ gözlerle bakmıyorum. Asıl varmak istediğim konu şu, şimdi mesela öldük diyelim bugün. Biz yeni bir yaşama gözlerimizi açacağız ve tıpkı buraya ilk geldiğimizdeki gibi bir hayatın içerisinde bulacağız kendimizi. Orada belki ölmüş olduğumuz yaşımız itibariyle dirileceğiz ya da her şeye sıfırdan başlayacağız. Yani bu dünyadan gitmek istemedi hiçbir ölen, çünkü nasıl bir yere gideceğini bilmiyorlardı. En inançlısı da bu dünyadan gitmek istemiyor yani ölmek istemiyor, en inançsız olanı da. Babaannem 96 yaşında rahmetli olmadan birkaç ay önce “doyamadım be kızanım bu dünyaya” demişti. Yani insan bin sene de yaşasa buradan gitmek istemiyor. E hani inancınıza göre cennet var ya öte tarafta.

Bakın ne diyor Hayyam;

“Bu dünyadan başka bir dünya yok, arama;

Senden benden başka düşünen yok, arama!

Vaz geç ötelerden, yorma kendini:

O var sandığın şey yok mu, o yok arama!”

***

“Niceleri geldi, neler istediler;

Sonunda dünyayı bırakıp gittiler;

Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi?

O gidenler de hep senin gibiydiler.”

*** 

“İnsan son nefese hazır gerekmiş:

Nasıl ölürse öyle dirilecekmiş.

Biz her an şarap ve sevgiliyleyiz:

Böylece dirilirsek işimiz iş.”

(“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” buyrulmuştur. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr, V, 663)

***

“Toprak olup gitmişlere sorarsan

Ha gavur olmuşsun ha müslüman.

Kimler bu dünyada eğlenmemişse

Ötekinde yalnız onlar pişman”

***

“Kim görmüş o cenneti, cehennemi?

Kim gitmiş de getirmiş haberini?

Kimselerin bilmediği bir dünya

Özlenmeye, korkulmaya değer mi?”

Bu rubailerin hepsi Hayyam’a ait. Ben ta lise zamanlarımdan beri Hayyam aşığıyım. Hep diyorum ya hani benim öğretmenim Ahmet Kaya’dır, ben onun sayesinde edebiyatla tanıştım falan diye. Ha işte bir diğer öğretmenim de Ömer Hayyam’dır.

Gene konu döndü dolaştı bambaşka bir yere doğru gidiyor ama durun bakalım ne olacak.

Liseye gittiğim dönem, yeni yeni okumalara başlamışım. Hatta ilk okuduğum kitabı kan kardeşim Aytekin vermişti, kanka oku bu kitabı demişti, işte o kitap Amin Maalouf’un “Semerkant” isimli kitabıydı.

Hafızam beni yanılmıyorsa şayet yıl 2003 idi. Uzunköprü’de okuduğum yıllar. Yolda otobüste falan okuduğum gözümün önünde hala, çok etkisinde kaldığım bir kitap olmuştu. O dönemlerim zaten gece gündüz okumalarla geçerdi. Hatta o kadar ki, dersleri dinlemez sıranın altından kitap okumaya devam ederdim. Teneffüse çıkmaz otururdum sıramda kitap okurdum. Lise 3’te olduğum yıl dönem ödevim Edebiyat dersindendi. Refiye hocamız gelirdi edebiyat derslerimize. Kendisi çok kaliteli bir insandı. Çok okurdu. Çok şey öğrendim kendisinden hakkı büyüktür üzerimde. Neyse, ben yine böyle ders esnasında sıranın altında kitap okurken, Refiye hocamın dikkatini çekmiş. Ne yapıyorsun sen orada dedi. Hiç hocam dedim. Kalktı geldi yanıma sıranın altında kitabı gördü. Kitap mı okuyorsun ben burada ders anlatırken dedi. Bir şey diyemedim. Ne anlatıyor o kitap dedi. Ömer Hayyam’ı anlatıyor hocam dedim. Hayyam’ı bilmeden o kitabı okuman bir şey ifade etmez dedi. Ben de Hayyam’ı bilmek için okuyorum, bir yerden başlamak lazım değil mi hocam dedim. Tebessümle karşılık verdi. Beş dakika sonra beni öğretmen masasının yanına çağırdı. Ufak bir kağıda dönem ödevimi yazmıştı. Yaşar Kemal idi dönem ödevim. Kağıtta öyle yazıyordu. Yaşar Kemal kimdir? Hayatı? Eserleri vesaire, bu konular üzerine araştırma yapmamı istemişti. Aldım kağıdı yerime geçtim. Sonra ayağa kalktım tekrar yanına gittim. Hocam dedim, ben madem Hayyam’ı bilmeden bu kitabı okumamın bir alemi yok, benim dönem ödevi konum Ömer Hayyam olsun dedim. Tebessüm ederek karşılık verdi, tamam olsun, ama Hayyam hakkında çok sınırlı bilgi vardır, zorlanmayasın dedi. Yok hocam dedim, üstesinden gelirim. Hayyam’ı öğrenip tanırım hem de okuduğum kitabın da muhtevası yerini bulmuş olur değil mi dedim. Peki bakalım, hadi kolay gelsin sana o zaman dedi.

Önümde yaklaşık 3 aylık bir süre vardı yanlış hatırlamıyorsam. Dönem ödevim Hayyam olduğu günden itibaren ben de tam bir Hayyam aşığı olmuştum iyi mi? Uzunköprü, Keşan vesaire yakın il ve ilçelerde ne kadar kütüphane varsa gittim, kitapçılardan Hayyam ile ilgili kitaplar sipariş etmeye çalıştım falan ama yok, hemen hemen kaynak yok gibiydi. Var olanların da birçoğu tıpkı Semerkant romanındaki gibi rivayetlere dayanıyordu. Doğru düzgün hiçbir kaynak bulamadım. İnternet yeni yeni hayatımıza girmeye başlamıştı. İnternet kafeler yeni yeni hayat buluyordu. Boş zamanlarımda sabahtan akşamın geç saatlerine kadar Hayyam araştırıyordum. Bulduğum şeyleri genel itibariyle internetten buldum. Bulduğum her şeyi de hemen çıktısını alıp dosyalıyordum. Özellikle rubailerini sayfalarca rubaisini çıktı almıştım. Uzunköprü’deki öğrenci evimin duvarlarına, her yere Ömer Hayyam’ın rubailerini asmıştım. Bulduğum kaynakları deli gibi okuyordum. Dosya epey kalınlaşmıştı. Ne bulduysam, Hayyam ile ilgili elime ne geçerse dosya haline getiriyordum hemen. Bu benim sorgulama, soruşturma, araştırma, doğru bildiklerimizin yanlışlığı üzerine kafa yormalarımın baş mimarı Ömer Hayyam’dır. Dik başlı ve isyankâr oluşumun sebebi de Hayyam’dır. Tabii sonraları hayatıma giren diğer isimler de var elbette.

Mesela Ömer Hayyam seferidir. Bir yerden bir yere gitmektedir. Bir gece bir handa konaklaması gerekmektedir. Orada adını sorarlar Ömer der, nereye gittiklerini sorduklarında, İran diye cevap verir. Aman dikkat et, orada Ömer ismini hiç sevmezler, hatta o kadar ki atlarının nallarına, ayakkabılarının altına, paspaslarının üstüne yazarlar Ömer ismini diye uyarırlar. Ömer Hayyam da buna karşılık olarak, ne adımdan dolayı yolumu ne de yolumdan dolayı adımı değiştiririm diye karşılık verir ve o geceyi orada geçirir. Bir rivayete göre de bu muhabbeti yaptığı kişinin Hasan Sabbah olduğu söylenir. Haşhaşiler tarikatının kurucusu. Şuanda yazmakta olduklarım tamamen hatırımda kaldıkları nispetinde anlattığım şeyler. Semerkant kitabını 2003’te okudum, dönem ödevim de 2003’teydi. Yani üzerinden 20 sene geçmiş. Hatırımda kaldığı kadarıyla anlatıyorum. Herhangi bir araştırma da yapmadım bu anlattıklarımla ilgili olarak.

Neyse, Hayyam İran’a girer. O zamanlar İran’ın hükümdarı Melikşah olduğu söylenir. Baş vezirinin de Nizamül Mülk olduğu anlatıla gelir. Bazı kaynaklar bunu yalanlar, ama ben bu şekilde anlatacağım. Nizamül Mülk Hayyam ile tanışmaktadır. Onun dik başlılığını da bilmektedir. İran’a girdiği esnada da meydanda bir yarışma düzenlenmektedir. Yarışma neticesinde işte sorulan soruya yahut işte yarışmanın durumuna göre derece alanlara Melikşah tarafından ödüller verilmektedir. Ödül de şudur; Melikşah der ki; “ağzı altınla dolsun” ve o kişi ağzının aldığı kadar altını alır ve o altınlar onun olur. O esnada Hayyam dikkatini çeker, aralarında bir muhabbettir başlar. Kimsin, nesin faslından sonra, Hayyam seferiyim diye cevap verir. Melikşah, Hayyam’ın verdiği cevaplar karşısında memnun olmuştur ve “ağzı altınla dolsun” demiştir. Hayyam yüzünü buruşturur, dediğim gibi rivayete göre Nizamül Mülk de bu esnada Hayyam’ın yanındadır ve vereceği cevabı tahmin ettiğinden kolundan tutup engel olmak istemiştir, ama artık çok geçtir Hayyam açmıştır bir kere ağzını, şu sözler dökülür dilinden;

“Beni sana getiren yoksulluk muydu

İstekleri basitse kimse yoksul değil

Dürüstü ve özgürü onurlandırabiliyorsan

Beklediğim onur vermen başka bir şey değil!”

Diye Melikşah’a tabiri caizse kapağı yapıştırır. Ortamı buz kesmiştir. Kimseler ne yapacağını bilemez hâldeyken Melikşah bu cevaptan memnun kalmıştır ve kendisine özel ihtimam göstermiştir. Oda hazırlatmış ve o dönemde de İran’da bir rasathane kurulmasını desteklemiştir. Hayyam orada ciddi çalışmalara imza atmıştır.

Dediğim gibi bunlar benim aklımda kaldıkları şekliyle böyle. Zaten araştırsanız da hakkındaki çoğu bilgi hep rivayetlere dayalı. Doğru düzgün hiçbir kayıt yok ortada. Hatta ortalıkta dolaşan rubailerin birçoğunun Hayyam’a ait olmadığı da yine söylenenler arasında. Hayyam’ın tek el yazması kitabının da ünlü Titanic kazasıyla beraber suların altında kaldığı yine bilinen gerçekler arasında. O kitabın hem el yazması rubaileri barındırdığı hem de Hayyam’ın yaşadığı döneme ışık tuttuğuyla ilgili de bir sürü söylenti var. Ama tabii biz bunların hiçbirisine ulaşamıyoruz şuanda.

Nereden girdik konuya, konu gene döndü dolaştı nerelere geldi. İnsanın kafası karışık olunca böyle oluyor sanırım. Oradan oraya atlıyor konular. Ben şunu da keşfettim kendimde. Ben bunları böyle oturup konuşabileceğim, karşılıklı istişare yapabileceğim kimse yok çevremde. Hayyam ismini duymamıştır bile çoğu insan.

Yalnız geçenlerde bizim burada Pırnar köy diye çok enteresan bir köy var. Bazen de hiç ummadığınız yerde ne cevherler yatıyor diye düşünmeden edemiyor insan. Üniversiteden bir üst sınıftan arkadaşım Cemal aslen benim gibi sağlık memuruydu, sonra bıraktı tır şoförü oldu, halihazırda da tır şoförlüğü yapıyor. Keşan’a geleceğini ve akşamı Keşan’da geçireceğini söyledi. Neyse, toplandık ettik. Cemal aslen doğma büyüme Bursa Orhangazili,  ama annesi bizim buralı Pırnar köylü. Orada akrabaları falan var sizin anlayacağınız. Zaten ben de tanıyorum akrabalarını vesaire. Pırnar köyde eskiden restoran olarak işletilen şimdi öyle boş duran bir mekan var. Orayı köy gençleri kendilerine oturup muhabbet etmek, misafir ağırlamak ve daha da ziyade içmek için bir alan haline getirmişler. Oturduğumuz o mekanın tam karşısında bir tane bakkal var, oradan biralar alınıyor, hemen karşısındaki mekanda içiliyor. Şıkır şıkır bir ortam yani. İçeride şömineye varıncaya kadar her şey var. Cam kenarında bir masanın etrafına hep beraber oturduk. Başladık oradan buradan muhabbet etmeye. Benim hemen yanımda Halil abi diye biri oturuyordu. Cemal tanışma hikayemizi anlattı ortamda. Üniversitede okuduğum dönemde ben yeni yeni şiirler falan yazmaya çalışıyordum öyle kendi çapımda. Bizim Cemal de o dönemlerde hikayeler yazıyor, bir roman üzerinde yoğunlaşmaya çalışıyordu. Bu ortak paydayı bilen ortak arkadaşlar gitmişler bu durumu Cemal’e anlatmışlar. Biz tanıştık Cemal ile. Tanıştığımız gibi de çok yakın arkadaş olduk. Devamlı surette görüşmeye başladık. O dönemlerde Cemal Gölcük merkezde üç arkadaşıyla beraber kalıyordu. Ben okulun kampusunun de bulunduğu Yeniköy diye bir yerde depremden sonra TOKİ tarafından yapılan yöre halkının toplu konutlar olarak adlandırdığı yerde kalıyordum. Cemal o sıralar bir nargile kafede çalışıyordu aynı zamanda. İdeolojik anlamda bir birimize zıttık, ama iyi anlaşıyorduk. Hatta hiç unutmuyorum beni Dursun Ali Erzincanlı dinletisine götürmüştü Gölcük’te. Dursun Ali Erzincanlı’yı bilenler bilirler. Benim ne dünya görüşüme, ne siyasi ideolojime, ne de dünyaya bakışıma hiçbir şekilde yakın bir adam değildir Dursun Ali Erzincanlı. Gelgelelim sahne performansı çok iyiydi ve gayet de memnun kalmıştım o geceden. Zaten kimin ne düşündüğü, neye inandığı, neye taptığı falan zerre umurumda değil. Beni alakadar etmez. İsterse maymuna tapsın, bana ne…

Neyse işte bu muhabbetler böyle masada döndükten sonra, benim ilk kitabımı çıkarmamda bana en büyük desteği mi demeliyim, gazı mı demeliyim bilmiyorum. İşte o şeyin adı neyse çok önemli değil, Cemal sayesinde olmuştur. Bir gazla ben atladım Keşan’a geldim, ilk kitabımı böyle çıkarmaya karar verdim. Konu çok dağıldı gene farkındayım.

Mevzu Halil abi, Halil abi benim şair yazar olduğumu öğrenince muhabbet döndü mü edebiyata bu sefer. Ne iş yapıyorsun abi sen diye sordum Halil abiye, “çobanım ben” dedi. Abisiyle beraber koyunları varmış, hayvancılık yapıyor yani sizin anlayacağınız. Ömer Hayyam mı istersiniz, Neyzen Tevfik mi istersiniz, Nâzım Hikmet mi dersiniz? Aklınıza kim geldiyse ben çobanım diyen Halil abiyle saatlerce konuştuk. Pırnar köyün havasından mıdır suyundan mıdır bilmiyorum, ama bütün köy halkı bu durumda. Benim geçtiğimiz günlerde kentleşmek değil, köylüleşmek fikrimin tam karşılığı Pırnar köy ve Halil abi özelinde söylemek istiyorum bunu özellikle. Yani ne iş yaptığı önemli değil. Ama benim köylümün Hayyam’ı bilmesi, benim köylümün Neyzen Tevfik’i bilmesi, Nâzım Hikmet’i bilmesi ve dahi bütün dünya edebiyatını bilmesi, benim köylümün felsefe bilmesi, bilimsel konularda kafa yorması lazım. Biz Halil ağabeyleri çoğaltmadığımız sürece de kusura bakmayın ama bizden bir bok olmaz. Bu da devletin işleyişinin tam manasıyla sosyal devlet anlayışıyla değiştirilmesiyle mümkün olacaktır kanaatindeyim.

Zamanımız anne babaları çocuklarına toz konduramadıklarından dolayı, çocukların elinde kendisinden akıllı telefonlarla büyüdüklerinden gerizekalı bir nesil yetişiyor farkında değilsiniz. Alın çocukların elinden telefonları. Vermeyin. Her şeyden önce o radyasyona maruz kalmasına nasıl gönlünüz el veriyor anlamıyorum, idrak edemiyorum yemin ediyorum. Bırakın el bebek gül bebek yetiştirmeyin. Salın sokağa, düşsün kalksın. Toprakla oynasın, kumdan kaleler yapsın. Dışarıda arkadaşlarıyla top oynasın. Dayak yesin. Bırakın yapsın bunların hepsini. Biz 90 kuşağı olarak bu anlamda çok şanslıydık. Evet biz de el bebek gül bebek büyüdük ama, sokakta büyüdük. Düştük, kalktık. Kaşımız gözümüz yara bere içinde eve ağlayarak da geldik. Ama çok şükür ölmedik. Şimdiki çocukların ottan boktan nem kapıp hasta olmalarının sebebi dışarı yüzü görmemeleridir. Bırakın çocuğun vücuduna mikrop girsin, virüslerle tanışsın. Bu çocuğun sağlığı açısından hijyenden daha önemli. Vücudun bağışıklık sistemi güçleniyor ve durumu kendisine göre ayarlıyor o virüslerle, mikroplarla karşılaştığı zaman. Ama zamane çocukları hastalandıkları zaman hastaneye gitmeden iyileşemiyor. Saçma sapan ilaçlarla zehirliyorsunuz evlatlarınızı. Bunun idrakinde de değilsiniz maalesef.

Dönüp dolaşıp yarının büyükleri olacak olan o çocuklar evde bir zorluk görmedikleri gibi okulda  da saçma sapan bir eğitim sistemine maruz kaldıklarından, hayatın kollarına atıldıklarında dımdızlak ortada kalıyorlar. En ufak bir problemde yerle yeksan oluyorlar. Ne yapacaklarını şaşırıyorlar, sudan çıkmış balığa dönüyorlar.

Bırakın çocuklarınız ne olmak istiyorsa onu olsun. Herkes mühendis, herkes doktor olmak zorunda değil. Böyle giderse de zaten ara eleman sıkıntısı alacak başını gidecek. Sanayide dükkan sahipleri çalıştıracak çırak bulamıyor. Çünkü herkesin çocuğu çok kıymetli. Sanayiyi yakıştıramıyorlar çocuklarına. Bırakın gitsin tornayı öğrensin, marangozluğu öğrensin, gitsin berberliği öğrensin, gitsin garsonluğu öğrensin. Bu demek değil ki, sizin çocuğunuz büyüdüğünde büyük adam olmasın. Kendi işinde büyük adam olsun. Bu saydıklarımı yaparsanız çocuğunuz sosyalleştir. Gelgelelim zamane anne babaları sosyalleşmeyi sosyal medyadan ibaret zannettiklerinden mütevellit, saçma sapan bir duruma geldi ülke. Her şeyin bokunu çıkarmakta üstümüze yok zaten ülke olarak.

Gene çok daldan dala atladık. Nereden nerelere geldi konu.

Son birkaç soru daha sorarak bitireyim yazıyı izninizle;

  1. Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar?
  2. Ölüler mi fazla diriler mi?
  3. Nasıl olursa, nasıl olacak?
  4. Oğlum harbiden lan bu tavuğun götünden çıkan şeyi yemek ilk kimin aklına geldi?
  5. Bir de ineğin, keçinin ya da koyunun fark etmez herhangi bir hayvanın sütünü sağıp içelim lan bunu diyen ilk insan kimdi? Bu saydığım hayvanlarla nasıl bir ilişki içerisindeydi ki, akıllarına bu hayvanların sütü içilir kanaatine vardılar?
  6. Hadi sütü içtiniz tamam onu da kabul ettik! Arkadaş yoğurdu nasıl buldunuz? Yoğurt bildiğiniz üzere yoğurtla mayalanıyor. İlk mayayı nereden buldunuz da mayaladınız oğlum yoğurdu?
  7. Bu da son soru olsun! Soru şu: Sevmekten kim usanır?

 

Bir de unutmadan bu Düriyemin güğümleri kalaylı aaahh kalaylı fistan giymiş etekleri alaylı aaaah alaylı şarkısındaki Düriye kimdir?

Bir de manda yuva yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek kapmış gördünüz mü?

Görüşürüz sayın okur kişisi. Senin olan senlerine çok iyi bak, senden başka bir sen daha yok bu yeryüzünde. Sen yaratılmışların en mükemmelisin. Bunu aklından çıkarma. Öperim gözlerinizden…

Bir de çok okuyan mı çok gezer, çok gezen mi çok okur gibi bir soru var kafamda ama o başka bir yazının konusu olsun. 

Bitti. Vallah bitti :) 

Osman Coşkun – Muharrir Seyyah

 

Not: Kapak görselinde kullandığım karikatür Erdil Yaşaroğlu'na aittir. 

img

Osman Coşkun

Yorumlar

img