
Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
“Bir günden bir sürü gün yapan
Mesai saatlerinde hiçbir şey yapan
Hiçbir şey alıp hiçbir şey sunan
Rakıyı bol sulu içen
Dokunmasın için değil!
Çabuk bitmesin diye devletimin tekel rakısı,
Hep kağıtlara bakarak,
Hep kağıtlardan bakarak
Hem Neşet Ertaş’ı hem Bülent Ersoy'u
Aynı anda sevmeyi başararak,
Karısının bayat ekmeklerden yaptığı tatlıyı
Çok beğenmeyerek ama
Yine de bu tasarrufunu takdir ederek
Boynu hep kıdemli bir atkının içinde saklıyken
Hep bir şeylere birilerine küsmüş gibi
Yürüyen...
Memurlar...”
Efendim merhabalar. Yukarıdaki satırlar Yılmaz Erdoğan’ın “Ankara” isimli şiirinin bir bölümünden. Bence memurları en iyi tanımlayan dizeler bunlar. Bir memur olarak söylüyorum bunları. Bugün günlerden Pazar. 5 Şubat 2023 saat şuanda sabahın 08.54’ü ve ben yine bilgisayarımın başına çöreklendim bu yazıda ne anlatacağım acaba diye düşünüyorum. Kafamın içinde 40 tane tilki ve hiçbirinin kuyrukları bir birine değmiyor. Çünkü öyle, çünkü ben dünyadan ziyade kafamın içerisinde yaşayan bir adamım. Bu neden böyle bilmiyorum gerçekten. Kafamda hep bir sorunlar silsilesi hüküm sürüyor ve ben bu sorunlardan kafamı kaldırıp gerçek dünyaya bir türlü odaklanamıyorum. Yani şuanda içinde bulunduğum durumu en güzel bu şekilde tarif edebilirim sanırım.
Aslında dışarıdan bir gözle kendime baktığımda hiçbir problemin olmadığı gün gibi aşikar. Yani bana uzaktan bakanlar tarafınca da bu böyledir sanırım. Her şey dört dörtlük, işim gücüm yerinde, evim barkım kendimin vesaire.
Ama Turgut Uyar’ın bir şiirinde de dediği gibi; “ilâç milâç bok püsür şuramda bir şeyler var sahiden bir şeyler var haykırmadan anlatamam.”
Gelgelelim Türkiye gibi bir ülkede yaşayıp da rahat etmek pek mümkün olmuyor maalesef. Çünkü benim öteden beri gelen bir araştıran, soruşturan ve çözüm arayan bir yapım var. Bu benim elimden gelmeyen bir şey. Okuyup öğrendikçe ve gerçekleri su gibi berrak bir şekilde görünce ister istemez dertten kafamı kaldıramıyorum. “Yav sana ne baksana sen işine, sen mi kurtaracaksın memleketi” diyenleriniz olacaktır, nitekim olmadı da değil bunu dediniz de bana. Yani yakın çevrem olarak adlandırdığım kişilerce bu defalarca yüzüme söylendi. Evet arkadaşlar ben düzeltmeyeceğim, evet arkadaşlar memleketi ben kurtarmayacağım, ama anlatmadan da durmayacağım, duramayacağım, duramam. Durmam mümkün değil.
Nâzım Hikmet ile Vala Nureddin bir gün Atatürk’ün huzuruna çıkıyorlar. Gayeleri kurtuluş savaşında kendilerinin ne yapabilecekleri hakkında konuşmak. Paşa hazretleri bu genç iki muharriri kabul ediyor ve ayaktan bu iki genç memleket sevdalısı muharrir ile konuşuyor özellikle Nâzım’ı daha öncesinden duymuş ve okumuş evet o savaş ortamında bile okumaktan geri kalmamış bir liderdir ve sanata ve sanatçıya verdiği değer kesinlikle yadsınamaz. İtirazı olan varsa da itirazını içinde tutsun. Görüşmeleri çok kısa sürüyor, lâkin altın değerinde bir tavsiyede bulunuyor diyor ki Mustafa Kemal, karşısındaki genç iki muharrire “Gayeli şeyler yazınız gençler.”
Ve yıllar sonra Nâzım Hikmet’in başı beladan kurtulmuyor. Gerçi Ahmet Kaya’nın bir konserinde dediği gibi; “bu ülkede başı belada olmayan adama ben adam demem” sözü gibi Nâzım’ın da başı bir türlü beladan kurtulmuyor. Çünkü muhalif, çünkü bir şeylerin değişmesi ve daha da ileriye götürmek istiyor memleketini. Birileri alıp söylemlerini başka boyutlara çekiyorlar. Atatürk’ün kulağına gidiyor bu durum şöyle karşılık veriyor: “başını yakmaya çalışıyorlar, ben tanırım iyi çocuktur Nâzım.”
İçerideyken Mustafa Kemal Atatürk’e bir mektup gönderiyor Nâzım Hikmet şöyle diyor o mektubunda;
“Cumhur Reisi Atatürk’ün Yüksek Katına” diye başlıyor ve şöyle devam ediyor:
“Türk Ordusunu ‘isyana teşvik’ ettiğim iddiasıyla 15 yıl ağır hapis cezası giydim. Şimdi de Türk Donanmasını ‘isyana’ teşvik etmekle töhmetlendiriliyorum. Türk inkılabına ve senin adına and içerim ki suçsuzum. Askeri isyana teşvik etmedim... Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılap ve yurt haini değilim ki bunu bir an olsun düşünebileyim. Askeri isyana teşvik etmedim. Senin eserine ve sana, aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilebilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim. Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu ‘inkılap askerini isyana teşvik’ damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır. Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin. Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum. Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki suçsuzum.”
18 Ağustos 1938 tarihini taşıyan mektubun sonunda Nâzım Hikmet’in imzası bulunuyor.
Fakat bu mektup Atatürk’e hiçbir zaman ulaşmıyor. O sıralarda Atatürk’ün hastalığı yavaş yavaş kendisini göstermeye başlıyor ve mektubu Atatürk’e ulaştırmıyorlar. Belki de bilinçli olarak yapıyorlar bunu bilmiyorum.
Sonra Nâzım Hikmet içerisini yani hapishaneyi kendisine okul yapıyor. Başlıyor gece gündüz okumaya, gece gündüz yazmaya. Türk edebiyatına ve dahi dünya dillerine benzeri az bulunan şiirler kaleme alıyor. “Memleketimden İnsan Manzaraları” isimli kitabı kaleme alıyor. Kendi başından geçenleri anlattığı otobiyografik romanı olan “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” isimli romanını yine kaleme alıyor. Ve dahi bir sürü şiir yazıyor. Kendi tabiriyle; “bir yıl yağan yağmurlar kadar şiir yazdım” diyor. Ve şiirlerinde hep toplumsal sorunları işliyor. 12 yıl hapiste geçirdikten sonra Demokrat Parti iktidara gelince çıkarılan af ile serbestliğine kavuşuyor. Ama bu sefer de askerlik görevini yerine getirmesi için askere çağrılıyor. Bu sıralarda 50’li yaşlarında Nâzım ve daha öncesinde zaten kendisi Subaydır, bu subaylık görevinden rahatsızlığı yüzünden uzaklaştırılmıştır. Halihazırda da zaten kalp hastasıdır. Buna rağmen askere çağrılmaktadır ve bunun da ötesinde Kore’ye gönderilmek istenmektedir. Nâzım, bunun bir tuzak olduğunu öğreniyor, cephedeyken sırtından vurulacağını ve askerden kaçarken vurduk denileceğinin bilgisini alıyor ve memleketini bir daha geri dönmemek üzere terk ediyor. Romanya’ya oradan da Sovyet Rusya’ya gidiyor. Zaten sık sık Rusya’ya ziyaretlerde de bulunuyor süreç içerisinde. Siz zannediyor musunuz ki Nâzım Hikmet Rusya’da da rahat duruyor. Bu seferde başlıyor Sovyet Rusya hükümetini eleştiren yazılar yazmaya, şiirler yazmaya hatta tiyatro oyunları yazmaya. Nâzım Hikmet kafasındaki dünya görüşüne uymayan her şeye muhalif, sosyalizmin gerekliliklerini yaptığına inanmadığı Sovyet Rusya yönetimini de topa tutuyor. Stalin’i yerden yere vuruyor. Orada da şiirleri, tiyatro oyunları ve dahi yaptığı diğer bütün işleri yasaklanmaya başlıyor. Ama yazdıkları tüm dünyaca kabul görüyor ve başka dillere çevrilip yayımlanmaya başlıyor. Bulgaristan, Azerbaycan, Küba gibi ülkeleri ziyaret ediyor. Buralarla ilgili de gördüklerini ettiklerini büyük bir ustalık ve bildiklerinden geri kalmayarak kaleme alıyor. Abidin Dino, Pablo Neruda gibi isimlerle büyük dostluklar kuruyor. Ha bir de içerisini okul yapıyor demiştim ya, orada şiir çalışmalarının yanı sıra resimler de yapıyor. Bu resim işine içerideki bir mahkum dehşet derecede vurgun ve üstat dediği Nâzım Hikmet’e yalvar yakar öğrenci oluyor. Adını Türk resim sanatına yazdıran İbrahim Balaban Nâzım Hikmet’in öğrencisidir. Sadece o mu? Romanları, hikayeleriyle Türk edebiyatına adını altın harflerle yazdıran Orhan Kemal de Nâzım Hikmet’in öğrencisidir. Nâzım’ın tezgahından geçmişlerdir yani. Çünkü Nâzım Hikmet şairliğinin yanı sıra ciddi manada bir okuldur. Zamanının çok ötesinde bir rüya görmektedir Nâzım. Döneminin kafalarının idrak edemeyeceği bir düşünce biçimi vardır Nâzım’ın. Her başarılı dahinin kendi zamanında değil de, çok sonraları anlaşıldığı gibi Nâzım Hikmet de dahiliğinin ceremesini çekiyor aslına bakarsanız. Türk şiirinde devrim gerçekleştiriyor ve serbest nazım literatüre girmiş oluyor. Sonrasında oluşan Türk şiiri Nâzım sayesinde zincirlerinden kurtuluyor. Orhan Veli ve arkadaşları Garip akımını Nâzım’ın şiirini kendilerine dayanak yaparak kuruyorlar. Ve şiir saray edebiyatı olmaktan kurtulup sokağa inmiş oluyor. Turgut Uyar, Cemal Süreya, Ülkü Tamer, Melih Cevdet Anday, Ümit Yaşar Oğuzcan ve dahi onlarcası, yüzlercesi bize, her birimize birer okul oluyor aslında.
Bize düşen, yani bu bayrağı onların elinden alıp daha yukarılara taşıma gayesiyle bu deli gömleğini giyenler olarak bizler de, kime ne derse desin, kim ne düşünürse düşünsün diye bakmadan doğru bildiklerimizi kendimize şiar edindik madem, susmadan ve doğru bildiklerimizi haykırarak olmasını istediğimiz dünyayı anlatmaya devam edeceğiz. Bunun bir görev bilinci olduğunun idrakine vardığımızda, bizi okuyan, okuyacak olan kim olursa olsun bir yerlerden birilerine dokunabilmek tek gayemiz. Çünkü yanlış giden bir şeyler var. Çünkü düzeltilmesi elzem olan bir şeyler var. Bu yönetim biçiminden başlayarak, ekonomide de böyle, eğitimde de böyle ve dahi her birimizi ilgilendiren onlarca, tonlarca haksızlık var ortada.
Hz. Ali’nin dediği öne sürülen bir kibar kelamda da: “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.”
Atatürk’ün dediği gibi: “Doğruları söylemekten korkmayınız.”
Şeyh Bedreddin, Torlak Kemal, Pir Sultan Abdal, Hallac-ı Mansur, Nâzım Hikmet ve daha binlercesi…
Pir Sultan Abdal’ın hikayesini bilir misiniz? Gelin onu da anlatayım da sonra yazıya son vereyim. Bu hikayeyi vaktiyle bir kitapta okumuştum ve aklımda kaldığı ölçüsüyle anlatmaya çalışacağım. Zira Pir Sultan ile ilgili bin bir tane rivayet vardır ve öteden beri de anlatıla gelmiştir her biri. Benim anlatacağım ise beni ziyadesiyle etkileyen ve bende kabul bulmuş bir hikayedir.
Pir Sultan Abdal Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Banaz köyünde yalnız başına yaşamaktadır. Günlerden bir gün, henüz 7-8 yaşlarında bir çocuk çıka gelir ve der ki ben senin öğrencin olmaya geldim, beni kabul buyur. Pir Sultan peki der ve gelen bu çocuğu himayesine alır. Bu kişi Hızır isminde bir çocuktur. Pir Sultan’ın her işine koşmaktadır. Getir götür işleriyle ilgilenmektedir. Gel zaman git zaman Hızır büyür ve ustasından kendisine müsaade etmesini ve büyük şehre gidip okuluna devam etmek istediğini dile getirir. Pir Sultan bu duruma karşı koymaz ve tamam var git büyük şehre büyük adam ol, lâkin sen büyük adam olunca gelirsin ilk benim boynumu vurdurursun ha Hızır der, olur mu öyle şey gibisinden bir şeyler söyler Hızır ve hocasından helallik aldıktan sonra büyük şehre gider ve gün gelir Sivas’a Vali olarak atanır. Bizim küçük Hızır, Hızır Paşa olmuştur. Sivas’ta büyük bir yaygara kopar, Sivas’ın ilçelerinden civar illerden, ilçelerden akın akın Hızır Paşayı görmeye gelmektedir insanlar. Ancak bir şey dikkatini çeker Hızır Paşa’nın Pir Sultan yoktur gelenler arasında. Derhal iki adamına emir verir gidin tez Pir Sultan’ı alıp buraya getirin der. İki asker at tepesinde giderler Banaz köyüne, durumu Pir Sultan Abdal’a anlatırlar. Ve Pir Sultan tebessüm ederek karşılık verir. Zira iyice yaşlanmıştır, kendi ayağına çağırmasına, kendisinin kalkıp gelmemsine de içten içe de içerlemiştir. Bir şey demez, askerlerle beraber Sivas’a varırlar.
Hızır Paşa, Pir Sultan’ı görünce ayağa kalkar ve kendisi için hazırlattığı sofrayı göstererek, sizin için sofra hazırlattım gibisinden şeyler söyler. Lâkin Pir Sultan Abdal sofraya bakarak yüzünü buruşturur ve ben bu haramzade sofrasına oturmam der. Hızır Paşa bu söz üzerine çok sinirlenir. Sesini yükseltip bağırmaya başlar. Pir Sultan sakinliğini korumaktadır ve Hızır Paşa’ya bu sofranın haram olduğunu ben değil, benim sarı kadıyla kara kadı da bilirler, isterseniz deneyelim der ve sarı kadı ve kara kadı ismini verdiği köpeklerini çağırır Pir Sultan. Sarı Kadı ile Kara Kadı zamanın kadılarıdır ve helal haram ayırmayan kimselerdir. Pir Sultan sırf bu sebepten köpeklerine bu ismi vermiştir. Ve Hızır Paşa’nın sofrasından birkaç lokma bir şey köpeklerin önüne koyulur, köpekler bir iki kokladıktan sonra önlerine konulan yemekleri yemezler ve gidip Pir Sultan’ın ayakları dibine yatarlar.
Bu durum Hızır Paşa’yı daha da öfkelendirir ve emir verir: “Atın bu adamı zindana” diye. Pir Sultan sükunetini bozmaz. Hızır Paşa arkasından ekler, “sana üç gün mühlet, bu süre zarfında üç tane deyiş yazacaksın ve bu deyişlerin hiçbirisinde “Şah” kelimesini kullanmayacaksın, üç günün sonunda zindandan bu şartı yerine getirirsen şayet azat edileceksin, aksi taktirde herkesin gözü önünde infazın gerçekleştirilecek,” der iyi mi?
Pir Sultan Abdal’ın yıllar evvel söylediği gerçek olmuştur, Hızır büyük adam olmuştur ve gelmiştir, Pir Sultan’ın kellesini almak üzeredir.
Üç günün sonunda Pir Sultan Abdal zindandan çıkarılır. Hızır Paşa’nın huzuruna getirilir ve başlar deyişlerini söylemeye, elinde sazı ile;
“Hızır Paşa bizi berdar etmeden
Her nereye gitsem yolum dumandır
Açılın kapılar Şah’a gidelim
Bizi böyle kılan ahdi amandır
Siyaset günleri gelip çatmadan
Zincir boynum sıktı halim yamandır
Açılın kapılar Şah’a gidelim
Açılın kapılar Şah’a gidelim
Gönül çıkmak ister Şah’ın köşküne
Pir Sultan’ım eydür mürvetli Şah’ım
Can boyanmak ister Ali müşkine
Yaram baş verdi sızlar ciğergahım
Pirim Ali On İk’imam aşkına
Arşa direk direk olmuştur ahım
Açılın kapılar Şah’a gidelim
Açılın kapılar Şah’a gidelim.”
Yaz selleri gibi akar çağlarım
Hançer aldım ciğerciğim dağlarım
Garip kaldım şu ara ağlarım
Açılın kapılar Şah’a gidelim
Pir Sultan’ın dilinde hep Şah vardır. Hızır Paşa bu deyişi de dinleyince kızar.
“pirim” der. “Sazı yanlış çalıyorsun. Dikkat et!”
Pir Sultan ikinci deyişine geçer:
“Kul olayım kalem tutan ellere
Münafıkın her dediği oluyor
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz
Gül benzimiz sararuban soluyor
Şekerler ezerim şirin diline
Gidi Mervan şad oluban gülüyor
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz
Allah’ı seversen katip böyle yaz
Pir Sultan Abdal’ım hey Hızır Paşa
Dün ü gün ola Şah’a eylerim niyaz
Gör ki neler gelir sağ olan başa
Umarım yıkılsın şu kanlı Sivas
Hasret koydu bizi kavim kardaşa
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz.”
Sivas illerinde zilim çalınır
Çamlı beller bölük bölük bölünür
Ben dosttan ayrıldım bağrım delinir
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz
Sanki meydan okur Pir Sultan. İnadına “Şah!” der Şah’la bitirir deyişlerini. Hızır paşa iyice kızar. Çevresindekiler, “Bir Kızılbaş parçası seni dinlemiyor. Bu nasıl iştir? Nerde senin paşalığın?” derler.
Pir Sultansa kimseye aldırmadan üçüncü deyişine başlar:
“Karşıdan görünen en güzel yayla
Alınmış abdestim aldırırlarsa
Bir dem süremedim giderim böyle
Kılınmış namazım kıldırırlarsa
Ala gözlü Pir’im sen himmet eyle
Siz de Şah diyeni öldürürlerse
Ben de bu yayladan Şah’a giderim
Ben de bu yayladan Şah’a giderim
Eğer göğerüben bostan olursam
Abdal’ım dünya durulmaz
Şu halkın diline destan olursam
Gitti giden ömür geri dönülmez
Kara toprak senden üstün olursam
Gözlerim de Şah yolundan ayrılmaz
Ben de bu yayladan Şah’a giderim
Ben de bu yayladan Şah’a giderim.”
Dost elinden dolu içtim deliyim
Üstü kan köpüklü meşe seliyim
Ben bir yol oğluyum yol sefiliyim
Ben de bu yayladan Şah’a giderim
Artık Hızır Paşa iyice çileden çıkar:
“Günah benden gitti. Atın şu adamı zindana da aklı başına gelsin!” diye bağırır adamlarına. Pir Sultan’a döner ve “Yarın asılacaksın, Pirim!” diye ekler.
Zindana götürürler Pir Sultan’ı, Sivas’ın Keçibulan denilen bir yerinde onu asmak için bir darağacı kurarlar. Sabah güneş doğmadan önce onu asmak için alıp getirirler Keçibulan’a. Darağacına çıkarırlarken kimsenin ardından yas tutmasını istemez Pir Sultan. Başlar bu deyişi söylemeye:
“Bize de Banaz’da Pir Sultan derler
Eğer Ali Baba sözü uyarsa
Bizi kem kişi de bellemesinler
Ferman büyük yerden beyler kıyarsa
Paşa kıdemine tembih eylesin
Ala gözlü yavrularım duyarsa
Kolum çekip elim bağlamasınlar
Al’ın çözüp kara bağlamasınlar
Hüseyn Gazi binse gelse atına
Surrum işlemedi kaddim büküldü
Dayanılmaz çarh-ı felek zatına
Beyaz vücudumun bendi çözüldü
Benden selam olsun ev külfetine
Önüm sıra Kırklar Şah’a çekildi
Çıkıp ele karşı ağlamasınlar
Daha beyler bizi dillemesinler
Ala gözlüm zülfün kelep eylesin
Pir Sultan Abdal’ım coşkun akarım
Döksün zülfün kelep eylesin
Akar akar dost yoluna bakarım
Ali Baba Hak’tan dilek dilesin
Pirim aldım seyrangaha çıkarım
Bizi dar bidinde eğlemesinler
Yıldızdağı seni yaylamasınlar.”
Pir Sultan’ın asılmasından önce bir buyruk daha verir.
Hızır Paşa:
“Herkes Pir Sultan’ı taşlayacaktır. Taşlamayanlar ölümle cezalandırılacaklardır.”
Pir Sultan’ın asılmasını izlemeye gelenler ellerine taşlar alıp atmaya başlarlar ona. Ama hiçbir taş değmez Pir Sultan’a.
Pir Sultan’ın musahibi Ali Baba da bu buyruğa uymak zorunda kalır. O pirine taş atabilir mi hiç? Bir gül alır eline ve gizlice Pir Sultan’a fırlatır.
Pir sultan, Ali Baba’nın kendisine gül attığını görür ve çok üzülür. İdam sehpasında şu deyişi söyler:
“Şu kanlı zalimin ettiği işler
Pir Sultan Abdal’ım canım göğe ağmaz
Garip bülbül gibi zareler beni
Hak’tan emrolmaz irahmet yağmaz
Yağmur gibi yağar başıma taşlar
Şu ellerin taşı hiç bana değmez
Dostun bir fiskesi pareler beni
İlle dostun gülü yaralar beni.”
Dar günümde dost düşmanım bell’oldu
On derdim var ise şimdi ell’oldu
Ecel fermanı boynuma takıldı
Gerek asa gerek vuralar beni
“Hala dilini tutmuyor bu adam!” deyip hemen ipi geçirirler boynuna.
Kalabalık dağıldıktan sonra Ali Baba, Pir Sultan’ın yanına gelip ayaklarına yüz sürer ve ağlar. Kanlı yaşlar akıtır gözlerinden. O gün ve ertesi günler Pir Sultan’ın asıldığı haberi çevreye yayılır. Kızı Sanem saçını başını yolar ve sazını eline alıp babasının öldürüşüne şu ağıtı yakar:
“Dün gece seyrimde coştuydu dostlar
Kemendimi attım dara dolaştı
Seyrim ağlar ağlar Pir Sultan deyü
Kafirlerin eli kana bulaştı
Gündüz hayalimde gece düşümde
Koyun geldi kuzular meleşti
Düşde ağlar ağlar Pir Sultan deyü
Koçlar ağlar ağlar Pir Sultan deyü
Uzundu usuldu dedemin boyu
Pir Sultan Abdal’ım yücedir şanın
Yıldızlar yaylası Banaz’dır köyü
Kudretten çekilmiş bir senin bunun
Yaz bahar ayında bulanır suyu
Hakk’a teslim ol şirin canın
Çaylar ağlar ağlar Pir Sultan deyü
Dostlar ağlar ağlar Pir sultan deyü.”
Pir Sultan kızıydım ben de Banaz’da
Kanlı yaş akıttım baharda yazda
Koç babamı kurban verdim Sivas’ta
Darağacı ağlar Pir Sultan deyü
Bundan sonra söylentiler alır yürür Sivas ve çevresini. Bir söylentiye göre, Pir Sultan darağacındayken bir köpek gelip tam altında durmuş ve Pir Sultan da ona basarak ipini çözmüş, yerine de köpeği bağlamış. Sabahleyin darağacının yanına gelenler orada Pir Sultan’ın cesedini değil köpeği görmüşler.
Yine başka söylentiye göre, ertesi gün kahvede oturup söyleşenler arasında şu konuşmalar olmuş:
“Hızır Paşa dün sabah Pir Sultan’ı astırmış, duydunuz mu?” diye sormuş birisi.
“Ne asması yahu? Bu sabah ben Pir Sultan’ı Koçhisar yolunda, Seyfebeli’de gördüm.” diye yanıt gelmiş birisinden.
Bir başkası: Yanlışın var. Bu sabah gün ışırken ona Malatya yolunda, Kardeşler Gediği’nde rastladım.” demiş.
Bunun üzerine biri atılmış:
“Yanılıyorsunuz arkadaşlar. Ne diyorsunuz siz? Yeni Han Yolunda gördüm ben onu”
Hepiniz yanlışsınız. Ben onu Tavra Boğazı’nda gördüm” diye bağırmış bir başkası da.
Bir türlü anlaşamamışlar. Kimse kimseyi ikna edememiş. Hepsi kendi gördüğünün gerçek olduğuna yemin ediyormuş.
Kalkıp hep birlikte darağacının olduğu Keçibulan’a gitmişler. Ne görsünler? Darağacında Pir Sultan yok. Yalnız hırkası asılı duruyor.
Meğer ki Pir Sultan darağacından inip yola düzülmüş. Onun gittiğin gören Hızır Paşa’nın askerleri de peşine düşmüşler. Yakalamak için koşmuşlar yetişememişler. Pir Sultan Kızılırmak Köprüsü’ne gelince dönüp bakmış ki askerler iyice yaklaşmışlar. Hızlıca köprüyü geçmiş ve geçtikten sonra “Eğil Köprü eğil!” demiş. Köprü eğilip suya batmış ve askerler karşıya geçememişler. Pir Sultan’ın kerametini anlayıp geri dönmüşler.
Pir Sultan Şah’a gitmek için Horasan’ın yolunu tutmuş. Yolda giderken bir musahiple karşılaşmış. Adam onun Pir Sultan olduğuna inanmamış. Çünkü musahip, Pir Sultan’ın asıldığını biliyormuş. Üstelik bu yüzden Sivas’ta ateşler yanmıyor, kazanlar kaynamıyormuş. Pir Sultan, birkaç nefes söyleyip adamı inandırdıktan sonra:
“Eğer Hızır Paşa, darağacında asılı duran köpeğin dübüründen üç kez üfürürse ateşlerin tekrar yanacağını” söylemiş.
Musahip Sivas’a gidince Pir Sultanla konuştuklarını Hızır Paşa’ya anlatmış. O da darağacına gidip asılı köpeği indirtmiş ve dübüründen üflemiş. İlk üfürüşte köpek dillenip “Pir Sultan!” diye bağırmış. İkinci üfürüşte “Can Sultan!”, üçüncü üfürüşünde “Yan Sultan!” diye bağırmış. O böyle bağırır bağırmaz Sivas’taki ateşler yanmaya, kazanlar kaynamaya başlamış...
Pir Sultan Horasan’a varıp Şah’ın huzuruna çıkar. “Niçin geldin?” derler. Pir Sultan da alır sazını eline ve şu deyişi söyler:
“Diken arasında bir gül açıldı
Ben bend’oldum şu meydana atıldım
Bülbülüm bahçede ötmeğe geldim
İkrar verdim ikrarıma tutuldum
Bezirganım yüküm gevher satarım
İptida talipten pire katıldım
Ali pazarına dökmüğü geldim
Pirin eteğine tutmağa geldim
Baç’ım vermeyince yüküm açılmaz
Pir Sultan Abdal’ım yüreğim döğüm
Gevherin hasına hile katılmaz
İmanlar rengine boyandım bugün
İnkar toru ile şahin tutulmaz
İrehber pişirir talibin çiğin
Bir gerçek tor’una düşmeğe geldim
Ahiri bu imiş pişmeğe geldim”
Ardından şu deyişi söyler Şah’ın huzurunda:
“Zahir batın On’ki imam aşkına
Erenler yolundan bir taş kaldırdım
Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim
Gönül bahçesinde gülün soldurdum
Pirim nazar eyle şu ben düşküne
Bugün eksikliğin nefsi öldürdüm
Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim
Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim
Bakmaz mısın cesedimin narına
Pir Sultan’ım eydür karşımda durma
Elim ermez oldu cihan karına
Gidip münkirlere yol erkan kurma
Yüzüm yerde geldim durdum darına
Alnımın karasın yüzüme vurma
Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim
Aman Şah’ım mürevvet deyü geldim.”
Hacı Bektaş oğlun günahkar gördüm
Aradım isyanı özümde buldum
Yüzümün karasın elime aldım
Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim
Pir Sultan, Horasan’dan Erdebil’e gider, orada ölür ve gömülür.
Kimi söylentilere göre Pir Sultan’ın mezarı Erdebil’dedir. Bir Başka görüşe göre ise Merzifon’dadır.
Çeşitli araştırmacılara göre ise, Pir Sultan asıldığı yere gömülmüştür. Günümüzde Sivas’ta mal pazarı olarak kullanılan yerdeki sıra söğütlerin bittiği yerde üstü taşlarla örtülü, boyu beş, eni bir metre kadar olan bir tümsek de Pir Sultan’ın mezarı kabul edilmektedir.
Evet, Pir Sultan Abdal ile ilgili anlatıla gelir bu hikaye öteden beri. Yani demem o demektir ki, biz söylediklerinden geri durmayanların soyundan olmasak da yolundan gitmekteyiz. Pir Sultan Abdallar, Şeyh Bedreddinler, Karacaoğlanlar ve daha onlarcası yüzlercesi gelip geçmiştir bu topraklardan. Biz onların yolunun tozu da olsak, yürüdükleri bu yol bizim şiarımızdır. Her yerde ve mutlak surette söyleyeceğimizden geri kalmayacağız.
Ha bir de Pir Sultan Abdal’ın yağlı boya tablosu vardır meşhur. Elinde sazı, peşinde iki tazı (köpekleri) olan. Ardı dönüktür ve sazını havaya kaldırmıştır. İşte o tablo da Yusuf Hayaloğlu’na aittir.
Yani bu topraklar öylesine büyük değerler yetiştirmiştir ki geçmişte, günümüzde de bu bayrağı taşımak bize nasip olsun demekten kendimi alamıyorum.
Ve ben işte bütün bu yaşanmışlıkların gölgesinde, gelmiş geçmiş bütün değerlerimizden koparılmaya çalışıldıkça, bu değerlerimize daha sıkı bağlarla bağlanmak derdindeyim. Yani Şah demenin yasak olduğu için bütün deyişlerinde Şah diyen Pir Sultan Abdal neyse, mevcut düzenin yanlışlığını dile getirip bunu eyleme geçiren ve hepimiz biriz diye haykıran Şeyh Bedreddin neyse ve doğru bildiklerinden hiçbir zaman ve koşulda vazgeçmeyen Nâzım Hikmet neyse, biz de o olmanın derdindeyiz.
Yanlış gördüğümüzün yanlışlığını söylemek bizim boynumuzun borcudur. Sen kimsin be adam bunları söylüyorsun diyecek olursanız, bu da benim kendime yüklediğim tarihi bir misyon olarak boynuma astığım idam fermanım derim size.
Şimdi günümüzde okuduğunu anlamayan nesillerin var olduğunu gördükçe içim acıyor. Geleceğe dair umutkâr olmak istiyorum, ama diğer yandan da umutsuzum. Ama umutsuz olmamamız gerekliliğini de biliyorum. Üç kuruş para için gecesini gündüzüne katan insanların yaşam telaşından yaşamaya vakit bulamamasını kendime dert ediniyorum. Dünyanın belki de en güzel coğrafyasında yaşayıp, doğal ve tarihi güzelliklerinin farkında olmadan göçüp giden insanların dertlerini dert ediniyorum. Çalışmaktan ve dahi çalışıp refah düzeyini yükseltemeyen insanların varlığından rahatsızlık duyuyorum. Bu burjuva düzeninin değişmesi gerekliliğini kendime dert ediniyorum. Açlık sınırının altında yaşamaya mahkum edilen beyaz ve mavi yakalıların sessiz çığlığı olmaya çalışıyorum ve kendime bunu dert ediniyorum. Yani kapital için yani para için ömrünü kiraya veren ben ve benim gibi yüz binlerin sesi olmak istiyorum. Bunun için yazıyorum, bunun için okuyorum, bunun için bir şeyler yapılması gerektiğini savunuyorum. Bunu yaparken de, geçmişte yapılanları kendime rehber ediniyorum ve diyorum ki; düşünen insanların düşüncelerinden korkmayın, şairlerin söylediklerinden korkmayın, yazarların yazdıklarından korkmayın ve bundan korkmanız gerektiğini size dayatanların karşısında dimdik durun. Çünkü, hiçbir düşünce suç olmamalıdır, hiçbir inanç saygısızlığa maruz kalmamalıdır. İnsanca yaşayabilmek adına. Sizin gibi düşünmüyor diye, hiç kimse suçlu değildir. Düşünce kalıplarınızın dışına çıkmayı kendinize şiar edinin. Her türlü görüşe ve söyleme açık olun. Bütün söylenenlerin üstüne de siz kalkın bir şey söyleyin. Eğitim sisteminin size dayattıklarıyla yetinmeyin, geçin ötelere. Ben Lise 3'te bizim ülke olarak Emperyalizme karşı savaştığımızı öğrendim, bunu da derste anlatılanlardan öğrenmedim, kendi kişisel okumalarımdan öğrendim. Bize neye karşı durmamız, neye ne gözle bakmamız gerektiği anlatılmıyor okullarda, gözlerimize at gözlüğü takıp, ne söylenirse ona inanmamız gerektiği öğretiliyor. Aslında öğretilmiyor bile, ezberletiliyor. Bugün okullarda öğrendikleriyle bir dünya görüşü olan kaç kişi vardır merak ediyorum. Okuyun diyorum arkadaşlar, ne bulursanız onu okuyun. Ve doğru bildiklerinizin yanlış, yanlış bildiklerinizin de doğruluğuna ulaşmaya çalışın.
Nâzım Hikmet’in bir şiiriyle son vereyim yazıya;
1
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
1947
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
1948
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
'Yaşadım' diyebilmen için...
1948
Haydin kalın sağlıcakla, buraya kadar sabredip okuyanlara selam olsun. Öperim gözlerinizden…
Saat şuanda tam olarak 11.23
Yazının başında kaçta başladığımı da yazmıştım. Ne demek istediğimi anlarsınız umarım.
Destekleriniz için ayrıca teşekkür ederim.
Saygı, selam ve muhabbetle…
Yorumlar
Yorum Yaz